Nefes Alanları - Sistemde Aralıklar Açmak
Ekokültürel Habitat bölümü bu projenin kalbi diyebilirim. Eğer doğallaşma etkinlik ve seyirlerimizle, yani doğallaşmakla ilgileniyorsanız, burada neyle karşılaşacağınızı elden geldiğince ayrıntılı olarak anlattım. O yüzden biraz uzun bir bölüm. İkinciden çok daha kısa olan ilk kısım kuramsal alt yapıyla ilgili. Neden farklı bir habitat sorunu yanıtlıyorum burada.
İkinci kısımsa bir ekokültürel habitat olarak Kayık1934'ü anlatıyor. Nasıl bir yaşam tarzından ötürü ekokültüreliz, bu habitatta neler yapacağız da farklı bir habitat çıkmış olacak karşımıza, onları anlatıyorum.
Son bölümde şöyle dedim:
"Kısa vadede hedefimiz bir nefes alanı yaratmak, modern yaşamın sömürücü yapısının yol açtığı bedensel ve zihinsel tahribata direnmemizi sağlayan bir nefes alanı. Uzun vadedeyse, becerebilirsek, farklı bir yaşama kültürü, insan ve yerküre sömürüsü üzerine kurulmuş bu sistemde, bu düzende bir aralık açmak. Kaçmadan, modern dünyanın yaşamın her alanını işgal etmesine direnerek."
Sömürü klişe bir sözcük kimisi için. Antikapitalist jargonun baş kavramlarından. Dünyayı sömürenler ve sömürülenler şeklinde ikiye bölen bir sözcük, bir kavram. Artık yeri yok diye düşünenler var. Aksine, her zamankinden daha da önemli oldu bence.
Hayır, eskimedi bu kavram. Birilerinin işine gelebilir böyle bir fikrin yayılması. En başta kapitalistlerin. Öyle yerlere yayıldı, hayatımızın ve hatta canlılığımızın öyle boyutlarına girdi ki, eskimek mi, sabah akşam hatırlatmamız gerekiyor sömürüyü. Basit bir testi var eskiyip eskimediğinin. Eğer boğulduğumuzu hissediyorsak, giderek daha sık farklı nefes alanları hayal ediyorsak, bunun özlemini duyuyorsak, o zaman hâlâ son derece canlı.
Hem de ne canlılık! Farklı boyutlar dedim ya, o boyutlardan biri bedenlerimiz. Sadece bir çalışan, bir işçi, köylü, yani emek veren olarak sömürülmüyoruz. İşimizin dışında, boş zamanlarımızda da çalıştırılıyoruz, sömürülüyoruz. Bize seçimlerimizi dayatarak, fark ettirmeden dayatarak sömürüyorlar. Faaliyetlerimizi nesneleştirerek, kalıplaştırarak ve bize satarak sömürüyorlar. Sadece orada kalsalar iyi, daha da ileri gittiler.
Sömürü Habitatı
Sömürü bir insan ilişkisi. Pek hoş olmasa da bir ilişki türü. Özellikle olumsuz ucunda olan için. İnsanı kaynağa dönüştüren bir ilişki türü. Tıpkı evcilleştirilmiş hayvanlar gibi. İlk kez karmaşık toplumlarda görüyoruz sömürü ilişkisini. Kalabalıklaşmanın, ileriye dönük üretimin, işbölümünün ve hiyerarşilerin belirmesiyle başlıyor. İlk önce geçim için hemcinslerimizi kaynak olarak kullanmaya başlıyoruz, sonra da zenginleşmek için. Zamanla kaynak olanların sayısı giderek artıyor, çoğunluğu oluşturuyorlar.
Zamanla evriliyor sömürü. Alışıldık hali son üç yüz yılda teknoloji ve bilimin de desteğiyle görmediğimiz boyutlara ulaşıyor. Sadece gayet sistematik ekonomilere dönüşmüyor, hayatın her alanına giriyor. Evimize giriyor, yemek soframıza geliyor, yatak odamıza giriyor, içimize giriyor, biyofiziksel süreçlerimiz, bedenlerimiz, hormonlarımız üzerinden gerçekleşmeye başlıyor.
Sömürü bedenlerimizi keşfediyor. Bedenlerimizin çeşitli biyofiziksel süreçlerini etkileyerek, kullanarak, kandırarak tüketimi tetikleyebileceğini, abartabileceğini, bizi bağımlı kılarak ve sahte arzular yaratarak bunu paraya, haksız kazanca dönüştürebileceğini keşfediyor. Yani sadece küreselleşmiyor, bir makro fenomene dönüşmüyor, mikrolaşıyor, bedenlerimizin içine giriyor, mikroskopik süreçler üzerinden çalışmaya başlıyor. Biz farkına varmadan, hissetmeden. Elimizden bırakmadığımız telefonlarla, seyrettiğimiz filmlerle, bizde çeşitli arzuları tetikleyen faaliyetlerle vb.
Artık bu geldiği boyutta sadece sömürenler ve sömürülenler yok. Bir sömürü habitatı belirdi. Kocaman bir hayvan barınağı, her alanı, her köşesi sömürü için mükemmel bir uyuma ulaştırılmış bir habitat. On beş bin yıl önce kurmaya başladığımız habitatların, kendi ürünümüz yapay habitatların nihai versiyonu.
Hâlâ sömüren ve sömürülenler var, hâlâ kaynak olarak kullanılan bir çoğunluk ve kullanan bir azınlık var ama artık çözüm bu azınlığı alaşağı etmekten geçmiyor sadece, yaşadığımız habitatların da yeniden tasarlanması, sömürüye izin vermeyen şekilde tasarlanması gerekiyor. Artık önümüzdeki hedef bu olmak zorunda. Artık herhangi ekolojik bir hareketin, eylemin veya oluşumun kendisini ekolojik tanımlaması yeterli değil, aynı zamanda antikapitalist de olması gerekiyor. Her ekolojik hareket bir ekosol harekete dönüşmeli. Yoksa çabalar pek bir yere ulaşmayacak, mevcut sisteme hizmet etmekten öteye geçmeyecektir.
Karşıt Habitat - Ekokültürel Habitat
Sorun dolayısıyla aynı zamanda ve her şeyden önce bir habitat sorunu. En azından artık öyle. Habitat ile bu habitatın içinde doğmuş olan sömürü temelli sistem tam bir uyuma ulaşmış durumda ya da söz konusu sistem sonunda habitatlarımızı birer sömürü habitatlarına dönüştürdü.
Bir anda tüm dünyamızı değiştirmek mümkün gözükmüyor. Yine de direnmek, ufak değişimlerle başlamak mümkün. Karşıt habitatlar oluşturarak ya da ileride bunlara dönüşebileceğini ümit ettiğimiz geçici ve sömürü karşıtı nefes alanları yaratarak direnmek.
Genelde sömürüyü ekonomik bağlamda düşünmeye alıştık, alıştırıldık. Ama sömürü hiç beklemediğimiz yaşam alanlarımızda karşımıza çıkıyor artık. Mutluluğumuz ve duygularımız üzerinden de çalışıyor, bunları kullanıyor. Çünkü orada da ciddi bir ekonomik kazanç var. Dolayısıyla, sömürü artık sadece fabrikada, atölyede, ofiste değil, diğer yaşam alanlarımızda, güya boş olması, bize ait olması gereken boş zamanlarımızda ve bedenlerimiz üstünden.
Ekokültürel Habitatın Zorunlu Asgarisi Üç İlke
Bunun çözümü olarak bu proje en az üç temel ilkeye dayanacak ve bizi evrimimizin getirdiği doğal süreçlerimizle yeniden tanıştıracak nefes alanı veya ekokültürel habitat fikrini öneriyor:
1. Bedenselliğimizi devre dışı bırakan teknolojilerden uzak durmak. Elden geldiğince bedenlerimizi günlük yaşamlarımıza dahil etmek.
2. Modern tüketim kültürünün, telefon ve sosyal medya vb gibi iletişim ve etkileşim ağlarından uzak durmak, bunların üzerimizdeki kontrollerini sınırlamak. Doğal ve bedensel iletişimi canlandırmak.
3. Modern kültürün aşırı bireyselleşmesinden uzaklaşarak insan evriminin doğal grubu ufak gruba geri dönmek. Ne aşırı kalabalık ortam ne de bunun panzehiri olarak düşünülen tek başınalık.
Yani üç alanda dönüşüm: Beden, iletişim ağları ve temel sosyal birim. Toplumsal ve ekolojik sorunlarımızın kaynağında bu üç alanda evrimimizin getirdiği türsel doğallığımızdan uzaklaşmış ve uzaklaştırılmış olmamız var.

Ekokültürel Habitat Olarak Kayık1934
Boğulma Alanından Nefes Alanına
Belli bir program yok. Amaç bir şey öğretmek değil. Bir arınma ayini de değil. Ama keşfetmek, keyifle keşfetmek ve keşfederken dönüşmek.
Üç "olmayı" keşfetmeye çalışacağız: (1) Bedensel olmayı, (2) Modern olmamayı ve (3) Yerkürenin parçası anlamında ekokültürel olmayı.
İnsan kültürel ve ekolojik bir varlık ve her ikisinin de altyapısı cinsel bir beden. Tüm süreç, ilişkilerle dolu bir yerel bağımlılıklar ağının parçası olarak ve bunun evrimsel akışı içinde gerçekleşiyor.
Ekokültürellik buna göre yaşamak. Yaklaşık on bin yıl öncesine kadar böyleydik. Bugün o varoluşun eko'su büyük ölçüde kayboldu.
Kültürü de saçma sapan bir tüketim sömürüsüne dönüştürdük. Nefes alanı boğulma alanı oldu.
Bu etkinliklerde nefes alanını geri getiriyoruz ama bir kaçış olarak değil, direnen bir ekokültürel nefes alanı, bir ekokültürel habitat yaratarak.
Doğallaşma Etkinlikleri Nasıl Olacak ve Ne Verecek?
Bedensel becerilerinizle tanışacağız
Ekokültürel habitatımız, yani yelkenlimiz, modern ölçütlere göre teknolojik açıdan epeyce basit bir ortam. Modern teknoloji yerine bedenselliği öne çıkartan bir ortam. Aslında pek de ihtiyaç yok modern teknolojinin büyük kısmına.
Yelkenlimizi biz götüreceğiz. Bizim bedensel çabamızla yol alacak. Ama sadece kas kuvvetiyle değil. Koşulları okuyarak, çözerek ve doğru stratejiyi belirleyerek yapacağız bunu. Yani kaslarımız kadar kafalarımızı da kullanacağız.
İlk başta yoracak. Ürkütecek de. Çünkü önceden ayarlanmış modern bir turizm etkinliği değil bu. Gerçek bir durum, yelkenlimizin faaliyeti bize, bizim başarımıza bağlı olacak. Başaramazsak bir yere gidemeyecek.
İşte tam da bu olacak keyif veren. Hiç bilmediğimiz, denemediğimiz bir yanımızla karşılaşacağız ve bu keyif verecek bize. Çünkü o güne kadar hiç yapmadığımız, hatta yapamayacağımıza inandığımız, inandırıldığımız bir şey becermiş olacağız. Kendi ellerimizle, bedenimizle, aklımızla yapacağız bunu.

1970'ler. Deniz ve doğayla tanışmamı sağlamış Odysseus'la Çatı koyunda.
Modern yaşamın rutinsel, köreltici ve yabancılaştırıcı dünyasından uzaklaşacağız
Modern yaşam, çocukluktan sonra bizi pek de değişmeyen rutinlere, günlük alışkanlık ve iş koşullarına hapsediyor. Yıllarca süren bu aynılık ve tekdüzelik becerilerimizi köreltiyor, merakımızı öldürüyor, heyecanımızı yok ediyor. Koskoca bir aygıtın, sahte ve yapay heyecanlarla mutlu edilen ufacık bir vidası olarak yaşıyoruz.
İşte burada vida olmaya son diyoruz. Başından sonuna içinde olduğumuz, her yanımızla hissettiğimiz ve tamamında rol aldığımız bir sürecin etkin katılımcısı olacağız.
Elleriniz beyninizle bir araya gelecek, fiziksel çaba düşünmeyle birleşecek. Daha önce hiç bilmediğiniz ve yapmadığınız aktiviteler beynimizde yeni alanlar açacak.
Alacağımız keyfin fizyolojik kaynağı da bu aslında. Yeni bir şey, yeni bir deneyim ve bunun, yani yeninin, alışılmamış olanın, bedenimizin parçası olurken verdiği keyif.
Bedensellik bu. Basit bir fiziksellik değil. Eylemi eylemden yabancılaşmadan yapmak, hayatı hayattan yabancılaşmadan yaşamak. Baştan sona içindeydim, parçasıydım, oradaydım diyebilmek.
Modern teknolojinin bizden aldığı, hatta çaldığı ve bizim de geri almak istediğimiz bu: yabancılaşmayı tersine çevirmek. Ancak bu tür bedensellik yabancılaşmayı sona erdiriyor.
Birlikte çalışacak, birlikte yiyip içip aynı mekanı paylaşacağız
Yelkenlimiz, yüz yıl öncesinin geleneksel iş yelkenlisi. İç tasarımı da öyle. Yani içinde kişiye özel kamaralar yok. O zamanın yelkenlileri gibi geniş bir ambarı var ve biz bunu olduğu gibi koruduk; bölmelerle ayırmadık. Kapalı ve özel yegane mekan tuvalet.
Modern yaşamı reddediciliğimizi mekanda da sürdürdük. Ama sadece bireysel kamaraları reddederek değil, modern yaşamın ilişkileri rekabetçi ve saldırgan kılan sıkışıklığını, kalabalıklığını da reddederek. Bu sebeple muhtemelen en fazla sekiz kişi olacağız yelkenlimizde.
Özel kamaraların olmaması sadece eskiyi korumak için değil. Modern kapitalist bireyciliği de reddediyoruz. Elbette her birimiz bireyiz ama bireycilik farklı. Kayık daha çok birlikteliği ve paylaşımı öne çıkartan ortak bir alan. Hem güvertede hem de ambarda.
Yemekleri birlikte hazırlayıp birlikte yiyeceğiz. Sohbetlerimiz de ya kıyıda ateş etrafında ya da güvertede veya ambarda masada ya da yere yayılarak olacak. Uyku da ya güvertede ya da içerideki ranzalarda. Bazen de kıyıda kamp kurarak.
Yelkenlimizi götürürken olduğu gibi içerideki diğer işleri de beraber yapacağız. Elbette herkes kendi başına da kalabilecek; yeterince alan var. Önemli olan modern tüketim kültürü alışkanlıklarından uzak kalmak ve burada da teknoloji çıkıyor karşımıza.
Eski usul sosyalleşeceğiz: teknolojiyi kaldırarak, yüz yüze, göz göze
Teknoloji yakın, yüz yüze sosyal ilişkilerimizi de ele geçirdi. Modern tüketim kültürünün yeni oyunu bu. Sosyal medya denen bir saçmalık icat ettiler. Sosyal yabancılaşma demek daha doğru. Arada mesafeler olduğunda işe yarayabiliyor, birbirlerini tanımayacak insanları buluşturabiliyor. Ama yüz yüze ilişkilerde sosyalleşmeyi sekteye uğratıyor. Yelkenlimizde sosyal iletişim eski usul, yani teknolojisiz veya elden geldiğince az teknolojiyle. Tercihimiz yüz yüze, göz göze olmak.
Yakın ilişkilere teknolojiyi dahil etmek duyularımızı şaşırtıyor ve yoğunlaşmamızı engelliyor. Bir tür gürültü işlevi görüyor. Uzun vadede daha da kötü. Sosyal becerilerimizi köreltiyor. Nedir bunlar? Örneğin, konuşmak, anlatmak, uzun cümleler kurabilmek, espri yapabilmek, ayrıntıları görebilmek ve aktarabilmek vb. Ama en önemlisi samimi olmak. Daha karmaşık becerilere girmiyorum bile. O yüzden bu etkinliklerde sadece kayığı yürütürken değil, sosyal ilişkilerde de teknoloji olmayacak.
Telefon ve Sosyal Medyadan uzak yaşayacağız
Bu bağlamda en sorunlu teknoloji telefon. Telefonu bırakacağız bu etkinliklerde. Size acil ulaşılabilmesi için ortak bir telefon olacak. Onun numarasını verirsiniz insanlara. Ama yine de kesinlikle ayrılamıyorsanız telefonunuzdan o zaman bu etkinlikler için çok meşgulsünüz, belki de diğer işlerinize yoğunlaşmanız daha doğru. Yanınızda getirebilirsiniz telefonunuzu ama kayığın sosyal ortamına değil.
Telefon olmayınca sosyal medya da olmayacak. Yani görsel gevezelik, sürekli fotoğraf çekip paylaşmak da olmayacak. Amaç yaşadığımızı birilerine göstermek değil, kendimiz yaşamak. Duyularımızla herhangi bir müdahale olmadan yaşamak, duyularımızı elden geldiğince serbest bırakmak. Sürekli fotoğraf çekmek bunu engelliyor; bakmıyoruz, sadece çekiyoruz. Ama elbette fotoğraf makinesiyle birkaç fotoğrafa hayır demiyoruz.
Aynı sorun teknolojik müzikte de var. Arka planda sürekli müzik olmayacak. Siz söyleyebilir ya da çalabilirsiniz. Eğlenmekle derdimiz yok, teknolojik olmadığı sürece, kendimiz aracısız yaptığımız sürece.
Sosyal ilişkide teknolojik bağımlılığı terk edeceğiz
Telefonunuzdan koptuğunuzda, yani sosyal medyadan uzaklaştığınızda bir yoksunluk krizi yaşayabilirsiniz. Muhtemelen yaşayacaksınız. Bu yeni bağımlılığımız, modern bağımlılık, tıpkı alkolizm veya diğer yapay uyuşturucu ve uyarıcılarla olduğu gibi. İnsan olarak yatkınız bağımlılıklara. Ama madem bağımlılıklar oluşturmaya eğilimliyiz, teknolojik araçlarla olmasın, insana, doğaya, o sırada yaşadığımıza, eyleme, düşünmeye, hayal kurmaya olsun diyoruz.
Teknolojik bağımlılık tekrara ve dolayısıyla uyuşturma ve köreltmeye dayanıyor; bireysel görme ve olmayı engelliyor, sürüleştiriyor. Doğal duyularımızsa çeşitliliği görmeyi ve farklı eylemlerde olmayı özendiriyor. Merak, eylem ve çeşitlilik evrimsel yapımızda var ve bunlar tetiklendikçe yaşamaktan gelen keyif, dozu artarak zenginleşiyor. Keyif her şeyden alınabilir, önemli olan niteliği. Burada kilit sözcük zenginleşme, tektipçilikten, monotonluktan uzaklaşma.
Gördüğümüzü paylaşmak değil, gördüğümüzü anlatmak
Örneğin, bir fotoğraf paylaştığınızda kendinizden hiçbir şey katmıyorsunuz aslında. Ama o yaşadığınızı anlatmaya kalkışırsanız cümleleriniz, olayı öyküselleştirmeniz, süreç sırasındaki mimikleriniz, esprileriniz, algıladığımız renkleri, kokuları ve hisleri aktarmanız, tüm bunlar bedeninizdeki çeşitli süreçleri harekete geçiriyor ve karşılığında hem heyecanlanıyor hem de heyecanlandırıyorsunuz. Ama daha da önemlisi i dünyamız ve biz gelişiyoruz.
Bu paha biçilmez bir insan özelliği, bizi gerçekten mutlu kılan pratiğin ta kendisi. İşte telefonu bıraktığınızda, sosyal iletişimden teknolojiyi çıkarttığınızda bu bedensel ve yaşamsal zenginleşmeyi yaşayacaksınız.
İletişim ve eğlence teknolojileri değil bunun yerini almak, buraya yaklaşamıyorlar bile. En iyi ihtimalle mutsuzluğu geçici bir süre savuşturmamızı sağlıyorlar. Amacımız mutsuzluğu azaltmak değil, mutluluğu arttırmak. Bu da daha fazlasını, bilfiil bedensel katılımı gerektiriyor.
Saat yok, doğal akışa göre yaşayacağız
Teknolojiye ek ikinci önemli konu da içselleştirdiğimiz modern zaman akışı. O da modern yaşamın abarttığı bir başka tür teknoloji. Saat takıntısı kapitalist ekonominin üretim verimliliği takıntısının sonucu. Burada bu kapitalist icadın yerini doğal akışlar alacak. Yani kalkış, yatış ve yemek saatlerimizi doğal akışlar belirleyecek. Doğal akış, bizim için güneş, rüzgar ve bedenlerimiz. Ona göre uyanacak, ona göre yatacağız. Yola çıkışımızı rüzgara göre yapacağız. Çoğu kez güneşle veya güneşten biraz önce kalkacağız ama tabii gün içinde bir köşeye çekilip kestirebileceğiz de. Hedef, günlük faaliyetlerimizi bedenlerimizin ve doğanın ritimlerine göre ayarlamak.
Doğadan ve doğallıktan kopukluğumuza son vereceğiz
Yapay habitatlarımızdan ve onun kölece çalışma, tüketme ve teknoloji dünyasından uzaklaşınca tamamen farklı bir dünyada bulacağız kendimizi. Doğada mı? İlk anda öyle düşüneceğiz. Ama hayır. doğa olmayacak bu. İnsandan daha fazlası olan yerküreyle ilişkiye girecek, onunla aramızdaki bağı keşfedeceğiz. Bunun için de bol bol doğa yürüyüşleri yapacağız. Yürüyeceğiz, tırmanacağız, atlayıp sıçrayacağız. Sadece oturup seyretmeyeceğiz ya da fotoğraf çekmekle yetinmeyeceğiz, inceleyeceğiz ve anlamaya çalışacağız. Çünkü amaç doğada olmak değil, doğallığın içinde olmak, yani doğanın yarattığı varlıklar olarak bizim bu var oluşla ilişkimizi keşfetmek. Yoksa sadece doğayı terapisel anlamda kullanmak değil. Bu süreçte yorulacağız, terleyeceğiz ama sonunda epey keyif aldığımızı da hissedeceğiz. Bedenlerimizle hissedecek, algılayacak ve tanıyacağız.
Ateş Çemberleri
Ateş çemberini bir parça bir metafor olarak kullanıyorum burada ama biraz daha ötesi de var. Ateş çemberi, yani ateş çevresinde oturup sohbet insanın en eski sosyalleşme alanı. Burada iki önemli noktayı vurgulamak istiyorum. Birincisi herhangi bir ateş çemberinin ancak belli büyüklükte olabileceği. O eşik aşıldığında olay büyüyor ve iletişim bir bakıma sekteye uğruyor. Genelde bu rakam en fazla yirmi civarında diyebiliriz. İşte bu insan sosyal grubunun doğal ve dolayısıyla en sağlıklı grup sınırı.
Vurgulamak istediğim ikinci nokta, gerçi bunun sebebi doğrudan çember metaforundan kaynaklanmıyor ama ateş çemberlerinde yapılan bir eylem, o da öyküler anlatmak. İnsanın bir şeyi anlamasının en kolay yolu, o şeyi öyküleştirmek. Yalnız başına bir şey okumak veya bir konferans salonunda bir konuşmacıyı dinlemek değil, ufak grup halinde öyküler ve bu öykülere anında verilen tepkiler. Bunu da büyük ölçüde kaybettik. Oysa biz insanların en etkili öğrenme şekli bir grup içinde öyküler paylaşmak, aktarmak istediklerimizi öykülerle aktarmak.
Her bilgiyi her zaman öyküselleştiremeyebiliriz ya da ancak kısmen yapabiliriz bunu ama önemli olan karşılıklı, bir diyalog halinde ve iç içe yapmamız, bu şekilde bilgi aktarımını yaşatmaya çalışmak. İşte Kayık1934'ün doğallaşma etkinliklerinde bu ateş çemberi kavramı ve pratiği ön planda olacak. Çünkü meselemiz sadece bedenlerimizle ve yerküreyle buluşmak değil, aynı zamanda bilgi üretmek ve birbirimizden öğrenmek; konuşmak, tartışmak, düşünsel sentezlere de ulaşmak, yaşamlarımızı entelektüel ve bilgisel anlamlarda da zenginleştirmek. En önemlisi de düşünme şekillerimize de katkıda bulunmak ki, yerküresel var oluşu, kapsadığı her şey için daha uyumlu ve sağlıklı aşamalara taşıyabilelim. DOlayısıyla ateş çemberlerimiz de son derece önemli olacak.
Nihai Hedef: Kültürel Topluluk ve Ekolojik İnsan
Nihai hedef elbette insanı çevresiyle, parçası olduğu yerküreyle daha uyumlu hale getirmek, yani yerkürenin bileşenleriyle uzlaşma içinde bir yaşama ulaştırmak. Ama bu fazla nihai ve bir parça da soyut bir hedef.
Eğer bu hedefi biraz somutlaştırır ve daha bir insan hayatına sığacak büyüklüğe indirgersek, bir topluluk ağı oluşturmak diyebiliriz. Ekokültürel habitat yaklaşımının en önemli yanı, insanı ve dolayısıyla yerküreyi giderek bozan yapay habitatlara karşı geçici ve direnişçi nefes alanları olmaları. Bunlar kaçış değil, yeni bir şeyi kurabilmemizi sağlayacak geçici yeniden yapılanma, kendimize gelme alanları. Kaçmak yerine direnmeyi ve değiştirmeyi öne çıkarak alanlar.
Hedef, zamanla bu ekokültürel mini geçici habitatlardan, yani nefes alanlarından bir ağ yaratmak. Ağın bir gözü bu proje gibi bir yelkenli olabilir, başka bir gözü bir dağın başında ufak bir alan ve içinde bir ev olabilir, başka bir yerde sadece bir yürüyüş grubu olabilir. Ama her biri burada sıraladığım ilkeler çerçevesinde örgütlenmiş oluşumlar olarak. Yani bireysel kaçış alanları değil ama paylaşımcı ve ortak yaşamayı öne çıkaran direniş alanları. Böylece zamanla, ekolojik insanların, yani mevcut yapay habitatların getirdiği yaşam tarzını reddederek yerküreyle uzlaşmayı ve buna göre yaşamayı öne çıkaran insanların kendilerinden insanlarla buluşup zaman geçirebilecekleri bir sosyal ağ oluşturmak ve sonunda bu ağdan bugün bize sunulandan daha farklı ve hatta karşıtı bir ekokültürel insanlar topluluğu yaratmak. Uzun vadede hedefimiz bu. Bu sonunda mevcut insan ve yerküre sömürücü düzeni değiştirir mi bilemem ama en azından ikinci bir seçeneğin olduğunu gösterecektir.