Ekokültürel Habitat Olarak Kayık1934
Boğulma Alanından Nefes Alanına
Belli bir program yok. Amaç bir şey öğretmek değil. Bir arınma ayini de değil. Ama keşfetmek, keyifle keşfetmek ve keşfederken dönüşmek.
Üç "olmayı" keşfetmeye çalışacağız: (1) Bedensel olmayı, (2) Modern olmamayı ve (3) Yerkürenin parçası anlamında ekokültürel olmayı.
İnsan kültürel ve ekolojik bir varlık ve her ikisinin de altyapısı cinsel bir beden. Süreçse, yani yaşamak, ilişkilerle dolu bir yerel bağımlılıklar ağının parçası olarak ve bunun evrimsel akışı içinde gerçekleşiyor.
Ekokültürellik buna göre yaşamak. Yaklaşık on bin yıl öncesine kadar böyleydik. Bugün o varoluşun eko'su büyük ölçüde kayboldu. Kültürü de saçma sapan bir tüketim sömürüsüne dönüştürdük. Nefes alanı boğulma alanı oldu.
Bu etkinliklerde nefes alanını geri getiriyoruz ama bir kaçış olarak değil, direnen bir ekokültürel nefes alanı, bir ekokültürel habitat yaratarak.
Doğallaşma Etkinlikleri Nasıl Olacak ve Ne Verecek?
Bedensel becerilerinizle tanışacağız
Ekokültürel habitatımız, yani yelkenlimiz, modern ölçütlere göre teknolojik açıdan epeyce basit bir ortam. Bedenin yerini alan modern teknoloji yerine, aksine bedenselliği öne çıkartan bir ortam. Aslında düşününce, pek de ihtiyaç yok modern teknolojinin büyük kısmına.
Yelkenlimizi biz götüreceğiz. Bizim bedensel çabamızla yol alacak. Ama sadece kas kuvvetiyle değil. Koşulları okuyarak, çözerek ve doğru stratejiyi belirleyerek yapacağız bunu. Yani kaslarımız kadar kafalarımızı da kullanacağız.
İlk başta yoracak. Ürkütecek de. Çünkü önceden ayarlanmış modern bir turizm etkinliği değil bu. Gerçek bir durum, yelkenlimizin faaliyeti bizim başarımıza bağlı olacak. Başaramazsak bir yere gidemeyecek.
Tam da bu olacak keyif veren. Hiç bilmediğimiz, hatta denemediğimiz bir yanımızla tanışacağız ve bu keyif verecek bize. Çünkü o güne kadar hiç yapmadığımız bir şey becermiş olacağız. Kendi ellerimizle, bedenimizle, aklımızla yapacağız bunu.

1970'ler. Deniz ve doğayla tanışmamı sağlamış Odysseus'la Çatı koyunda.
Modern yaşamın rutinsel, köreltici ve yabancılaştırıcı dünyasından uzaklaşacağız
Modern yaşam, bizi, çocukluktan sonra, pek de değişmeyen rutinlere, günlük alışkanlıklara ve iş koşullarına hapsediyor. Hayat boyu süren bu aynılık ve tekdüzelik becerilerimizi köreltiyor, merakımızı öldürüyor, doğal heyecanımızı yok ediyor. Devasa bir aygıtın, yapay ve büyük ölçüde sahte heyecanlarıyla mutlu edilen ufacık bir vidası oluyoruz.
İlk önce bu vida olmaya son vereceğiz. Başından sonuna içinde olduğumuz, hissettiğimiz ve rol aldığımız bir sürecin etkin katılımcısı olacağız.
Ellerimiz beynimizle bir araya gelecek, fiziksel çaba düşünmeyle birleşecek. Daha önce hiç bilmediğimiz ve yapmadığımız aktiviteler beynimizde yeni alanlar açacak. Alacağımız keyfin fizyolojik kaynağı da bu aslında. Yeni bir şey, yeni bir deneyim ve bu yeninin, alışılmamış olanın, bedenimizin parçası olurken verdiği keyif.
Bedensellik bu. Basit bir fiziksellik değil. Eylemi eylemden yabancılaşmadan yapmak, hayatı hayattan yabancılaşmadan yaşamak. Baştan sona içindeydim, parçasıydım, oradaydım demek.
Modern teknolojinin bizden aldığı, hatta çaldığı ve bizim de geri almak için uğraştığımız da bu: Yabancılaşmayı tersine çevirmek. Ancak böyle bir bedensellik yabancılaşmayı sona erdiriyor.
Birlikte çalışacak, birlikte yiyip içip aynı mekanı paylaşacağız
Yelkenlimiz, yüz yıl öncesinin geleneksel iş yelkenlisi. İç tasarımı da öyle. Yani içinde kişiye özel kamaralar yok. O dönemin yelkenlileri gibi geniş bir ambarı var ve biz bunu olduğu gibi koruduk; bölmelerle ayırmadık. Kapalı ve özel yegâne alan tuvalet.
Modern yaşamı reddediciliğimize ilk önce mekânsal anlamda başlıyoruz. Sadece bireysel ve özel kamaraları reddederek değil, modern yaşamın ilişkilerde rekabeti ve saldırganlığı öne çıkaran sıkışıklığını, kalabalıklığını da reddediyoruz. Bu sebeple sayımız, yelkenlimizin kapasitesinden dolayı muhtemelen en fazla sekiz olacak. Optimum sayıyı deneyerek bulacağız.
Özel kamaraların olmaması sadece eskiyi korumak için değil. Modern kapitalist bireyciliği de reddediyoruz. Elbette her birimiz bireyiz ama bireycilik farklı. Aslında modern yaşamın yok etmeye çalıştığı birinciyi önemsiyoruz ama ikinciyi kesinlikle özendirmiyoruz. Kayık birlikteliği ve paylaşımı öne çıkartan ortak bir alan olacak. Hem güvertede hem de ambarda.
Yemekleri birlikte hazırlayıp birlikte yiyeceğiz. Sohbetlerimiz de ya kıyıda ateş etrafında ya da güvertede veya ambarda masada ya da yere yayılarak olacak. Uyku da ya güvertede ya da içerideki ranzalarda. Bazen de kıyıda kamp kurarak.
Yelkenlimizi birlikte götüreceğimiz gibi içerideki diğer işleri de beraber yapacağız. Bu tabii her yerde hep beraber olacağız demek değil. Bize iyi gelen, tek başına kalma ihtiyacımız da var. Buna da alan ve zaman bulabileceksiniz. Önemli olan, modern tüketim kültürü alışkanlıklarının dayattığı mahrum bırakan, yalnızlaştıran, kaçışı teşvik eden ve büyük ölçüde teknolojik bireyselliğe batıp kalmamak.
Eski usul sosyalleşeceğiz: teknolojiyi kaldırarak, yüz yüze, göz göze
Teknoloji yüz yüze sosyal ilişkilerimizi de ele geçirdi. Modern tüketim kültürünün yeni oyunu bu. Sosyal medya denen bir saçmalık icat ettiler ki, sosyal yabancılaşma demek daha doğru. Uzak mesafelerde işe yarayabiliyor, birbirlerini tanımayacak insanları buluşturabiliyor. Ama bir yandan da yüz yüze ilişkileri sekteye uğratıyor. Yelkenlimizde sosyal iletişim eski usul, yani teknolojisiz veya elden geldiğince az teknolojiyle. Tercihimiz yüz yüze, göz göze olmak.
Yakın ilişkilere teknolojiyi dahil etmek duyularımızı şaşırtıyor ve yoğunlaşmamızı engelliyor. Bir tür gürültü işlevi görüyor. Uzun vadede daha da kötü. Sosyal becerilerimizi köreltiyor. Nedir bunlar? Örneğin, konuşmak, anlatmak, uzun cümleler kurabilmek, özgün espri yapabilmek, ayrıntıları görebilmek ve aktarabilmek vb. Ama en önemlisi samimi olmak. Karmaşık becerilere girmiyorum bile. Bu etkinliklerde sadece kayığı yürütürken değil, sosyal ilişkilerde de teknoloji son derece sınırlı olacak.
Telefon ve Sosyal Medyadan uzak yaşayacağız
Bu bağlamda en sorunlu teknoloji telefon. Telefonu büyük ölçüde bırakacağız bu etkinliklerde. Ya acil durumlar için ortak bir telefon olacak ya da belli kısa zamanlar dışında uzak duracağız telefonlarımızdan. Yine de ayrılamıyorsanız telefonunuzdan o zaman bu etkinlikler için çok meşgulsünüz, belki de diğer işlerinize yoğunlaşmanız daha doğru olacak. Elbette telefonunuzla gelebilirsiniz ama kayığın sosyal ortamını tamamen işgal edecek şekilde kullanamayacaksınız.
Telefon olmayınca sosyal medya da olmayacak. Görsel gevezelik, yani sürekli fotoğraf çekip paylaşmak da olmayacak. Amaç yaşadığımızı birilerine göstermek değil, kendimizin yaşaması. Duyularımıza herhangi bir müdahalede bulunmadan yaşamak, duyularımızı elden geldiğince serbest bırakmak. Sürekli fotoğraf çekmek bunu engelliyor; bakmıyoruz, sadece çekiyoruz. Ama elbette fotoğraf makinesiyle birkaç fotoğrafa hayır demiyoruz.
Aynı sorun teknolojik müzikte de var. Arka planda sürekli müzik olmayacak. Siz söyleyebilir ya da çalabilirsiniz. Eğlenmekle derdimiz yok, teknolojik olmadığı sürece, kendimiz aracısız yaptığımız sürece.
Sosyal ilişkide teknolojik bağımlılığı terk edeceğiz
Telefonunuzdan koptuğunuzda ve tabii sosyal medyadan da uzaklaştığınızda bir yoksunluk krizi yaşayabilirsiniz. Muhtemelen yaşayacaksınız. Bu yeni bağımlılığımız, modern bağımlılığımız, tıpkı alkol veya diğer yapay uyuşturucu ve uyarıcılar gibi. İnsan olarak yatkınız bağımlılıklara. Ama madem bağımlılıklar oluşturmaya eğilimliyiz, teknolojik araçlarla olmasın, insana, doğaya, o sırada yaşadığımıza, eyleme, düşünmeye, hayal kurmaya olsun diyoruz.
Teknolojik bağımlılık tekrara ve dolayısıyla uyuşturarak köreltmeye dayanıyor; bireysel görme, anlatma ve olmayı engelliyor, sürüleştiriyor. Doğal duyularımızsa çeşitliliği görmeyi ve farklı eylemlerde olmayı özendiriyor. Merak, eylem ve çeşitlilik evrimsel yapımızda var ve bunlar tetiklendikçe yaşamaktan gelen keyif, dozu artarak zenginleşiyor. Keyif her şeyden alınabilir, önemli olan türü. Burada kilit sözcük zenginleşme, tektipçilikten, monotonluktan uzaklaşma.
Gördüğümüzü paylaşmak değil, gördüğümüzü anlatmak
Örneğin, bir fotoğraf paylaştığınızda kendinizden hiçbir şey katmıyorsunuz aslında. Ama o yaşadığınızı anlatmaya kalkışırsanız cümleleriniz, olayı öyküselleştirmeniz, süreç sırasındaki mimikleriniz, esprileriniz, algıladığınız renkleri, kokuları ve hisleri aktarmanız, tüm bunlar bedeninizdeki çeşitli süreçleri harekete geçiriyor ve karşılığında doğal anlamda heyecanlanıyor ve heyecanlandırıyorsunuz.
Bu paha biçilmez bir insan özelliği. Bu sayede sosyal yaşantımız zenginleşerek gelişiyor. Bizim gibi beyinsel özellikleri farklı bir boyutta son derece gelişkin canlılar için bu zenginleşme çok önemli. Hem bizim hem de parçası olduğumuz yerküre için çok farklı seçeneklerin belirmesini sağlayabiliyor. İşte telefonu bıraktığımızda, sosyal iletişimden teknolojiyi çıkarttığımızda bu bedensel ve yaşamsal zenginleşmeyi harekete geçiriyoruz.
İletişim ve eğlence teknolojileri değil bunun yerini almak, yaklaşamıyorlar bile. En iyi ihtimalle mutsuzluğu geçici bir süre savuşturmamızı sağlıyorlar. Amacımız mutsuzluğu azaltmak değil, mutluluğu arttırmak. Bu da daha fazlasını, bilfiil bedensel katılımı gerektiriyor.
Saat yok, doğal akışa göre yaşayacağız
Teknolojiye ek ikinci önemli konu da içselleştirdiğimiz modern zaman akışı. Bu da modern yaşamın abarttığı bir başka teknoloji. Saat takıntısı kapitalist ekonominin üretim verimliliği takıntısının sonucu. Burada bu kapitalist icadı terk edip kendimizi doğal akışlara bırakacağız. Kalkış, yatış ve yemek saatlerimizi bu şekilde belirleyeceğiz. Doğal akış, bizim için güneş, rüzgar ve bedenlerimiz. Ona göre uyanacak, ona göre yatacağız. Yola çıkışımızı rüzgara göre belirleyeceğiz. Çoğu kez güneşle veya güneşten biraz önce kalkacağız ama tabii gün içinde bir köşeye çekilip kestirebileceğiz de. Hedef, faaliyetlerimizi bedenimizin ve doğanın ritimlerine göre ayarlamak.
Doğadan ve doğallıktan kopukluğumuza son vereceğiz
Yapay habitatlarımızdan ve onun çalışma, tüketme ve teknoloji dünyasından uzaklaşınca farklı bir dünyada bulacağız kendimizi. Doğada mı? İlk anda öyle düşüneceğiz. Ama hayır. doğa olmayacak bu. İnsandan daha fazlası olan yerküreyle ilişkiye girecek, onunla aramızdaki bağı keşfedeceğiz. Bunun için de bol bol doğa yürüyüşleri yapacağız. Yürüyeceğiz, tırmanacağız, atlayıp sıçrayacağız. Sadece oturup seyretmeyeceğiz ya da fotoğraf çekmekle yetinmeyeceğiz, inceleyeceğiz ve anlamaya çalışacağız. Çünkü amaç doğada olmak değil, doğa üzerinden yerküresel doğallığın içinde olmak, yani bu doğallığın sonucu bir varlık olarak bu var oluşla ilişkimizi keşfetmek. Yoksa amaç sadece doğayı terapisel anlamda kullanmak değil. Bu süreçte yorulacağız, terleyeceğiz ama sonunda epey keyif aldığımızı da hissedeceğiz. Bedenlerimizle hissedecek, algılayacak ve tanıyacağız.
Ateş Çemberleri
Ateş çemberini bir parça bir metafor olarak kullanıyorum burada ama metafordan ötesi de var. Ateş çevresinde sohbet insanın en eski sosyalleşme şekli. Şöyle önemli ve ilginç ateş çevresi sohbeti. Birincisi sohbet amaçlı bir ateş çemberi, ısıtma özelliğini de dikkate alırsak, ancak belli büyüklükte olabilir. Genelde bu rakam en fazla yirmi civarında olabiliyor. Bu da insanın en temel doğal ve en sağlıklı sosyal grup büyüklüğü.
İkinci önemli nokta da, öyküler anlatmak. Gerçi bu doğrudan ateş sohbetiyle ilgili olmayabilir ama muhtemelen bunun tarafından daha da gelişmiş bir özelliğimiz. Öykü ve metafor bi insanın en temel iletişim araçları. En kolay bu araçlarla anlıyor. Yalnız başına bir şey okumak veya bir konferans salonunda bir konuşmacıyı dinlemekten daha etkili metaforlar ve öyküler. Teknoloji bunu da tehdit ediyor. Köreltmese bile bu yolla iletişime geçmemizi büyük ölçüde engelliyor. Oysa ihtiyacımız var. Sadece sağlıklı iletişim için değil, öğrenmek için de.
Kayık1934'ün doğallaşma etkinliklerinde bu ateş çemberi kavramı ve pratiği ön planda olacak. Çünkü meselemiz sadece bedenlerimizle ve yerküreyle buluşmak değil, aynı zamanda bilgi üretmek ve birbirimizden öğrenmek; konuşmak, tartışmak, sentezlere ulaşmak, yaşamlarımızı entelektüel ve bilgisel anlamlarda da zenginleştirmek. En önemlisi de, düşünme şekillerimize bu şekilde katkıda bulunalım ki, yerküresel var oluşu, kapsadığı her şey için daha uyumlu ve sağlıklı bir yere taşıyabilelim.
Nihai Hedef: Ekokültürel Habitat Ağı
Nihai hedef elbette insanı çevresiyle, parçası olduğu yerküreyle daha uyumlu hale getirmek, yani yerkürenin bileşenleriyle uzlaşmış bir yaşama ulaştırmak. Ama bu ancak en arzulanan uzun vade hedefi olabilir şu anda. Eğer bu projeden neyi hedeflediğimi daha bir insan hayatına sığacak büyüklüğe indirgersem, çeşitli ekokültürel habitatlardan oluşan bir topluluklar ağı diyebilirim. Bu bile iddialı olabilir.
Ekokültürel habitatın en önemli yanı, insanı ve onun üzerinden yerküreyi giderek bozan yapay habitata karşı geçici ve direnişçi nefes alanı olması. Bu anlamda bir direniş habitatı demek daha doğru. Zamanla yeni ve kalıcı bir şey kurmayı sağlayacak geçici yeniden yapılanma, kendimize gelme, nefeslenme alanları. Direniş ve değişim habitatları. İlk başta yapay habitatı tamamen terk edemeyeceğimiz için bir tür hibrit yaşamın bir ayağı, habitatlarından biri ama için için yapay habitatı oyan bir habitat.
Hedef, zamanla bu ekokültürel habitatlardan, yani nefes alanlarından bir ağ yaratmak. Ağın bir gözü bu proje gibi bir yelkenli olabilir, başka bir gözü bir dağın başında ufak bir alan ve içinde bir ev olabilir, başka bir göz de sadece bir yürüyüş grubu olabilir. Tabii her biri doğallık ilkesi çerçevesinde örgütlenmiş oluşumlar olarak. Yani bireysel kaçış alanları değil ama paylaşımcı ve doğallığı öne çıkaran direniş alanları yaratmak ve böylece zamanla, doğal insanların, yani yapay habitatın getirdiği yaşama şeklini reddederek yerküreyle uzlaşmayı ve buna göre yaşamayı ilke edinmiş insanların, birbirleriyle buluşup zaman geçirecekleri bir ağ oluşturmak. En sonunda da bu ağdan bugün bize sunulandan daha farklı ve hatta karşıtı bir ekokültürel insanlar topluluğu yaratmak. Uzun vadede hedefim, hedefimiz bu. Bu sonunda yapay habitatı ortadan kaldırıp bu insan ve yerküre sömürüsünü bitirir mi bilemem ama en azından insanların ikinci bir seçeneği olacaktır.