top of page
Kaya_Latmos

Doğallığa Dönüş Kuramım

Bir Doğal Yaşam Projesi

Ekolojik yaşam akla birçok şey getiriyor: organik beslenme, ekolojik tarım, tüketimi kısmak, çöp ayrıştırmak, karbon ayak izini düşürmek vs. Ya da çıtayı yükseltip kentten köye geçip daha "doğal" yaşamak. Tek başına ya da arkadaşlarla. Modern komüncülük yani. Ya da kendi başına yetmecilik. Sessizlik, huzur, yılların yorgunluğunu atma arzusu. Yorgunluk. Kilit kavram bu aslında. Yoksa bir kaçış mı? Öyle gibi.

 

Oysa kaçış olmamalı. Bunların hiçbiri olmamalı. Ya da belki sadece ilk başta. Neredeyse hepsi çaresizlik dışavurumları, bir kaçış arzusunun düşündürdükleri bunlar. İlk önce bu kaçış psikolojisinden kurtulmak gerek. Doğallaşmayı, bir buluşma, ya da hatta bir yeniden karşılaşma, o çok daha büyük şeyle karşılaşma, bir özgürleşme, bedenen ve zihnen özgürleşme olarak düşünmek gerekiyor doğallaşmayı. 

Kavramlar

İnsan ve Doğa

Önce kavramlarla başlayayım. Verilmiş, öğretilmiş, dayatılmış kavramlarla, kavramlarımızla. 

 

İnsan. Ve doğa. Veya insan ve doğa. Aradaki 've' sanki biraz sorunlu. Hatta tehlikeli. Sanki birleştirmiyor da ayırıyor. Sanki bir yanda insan, diğer yanda doğa diyor. İnsan ile doğa desek? Daha mı iyi? Yakınlaştırıyor gibi. Neredeyse kaynaştıracak. Peki, tek bir sözcük olsa. Örneğin, doğainsan. Ya da doğal-insan. Uygar ya da modern insana karşı yeni bir insan tanımı gibi. İkisi birlikte tek bir kavramda. İlk önce ve’yi, insan ve doğayı, sonra da ile’yi, insan ile doğayı aşmak. Belki de buradan başlamamız gerekiyor.

 

Ayırmışız. Bir yana insanı, diğer yana doğayı koymuşuz. Kavgaya tutuşmuşuz sonra da. Kontrol kavgasına. On bin yıl önce başlattığımız uygarlığımızın tanımı tam da bu hırs olmuş. Yanlış. Eksik demiyorum, yanlış. Düzeltelim demişiz, bu sefer de başka şekilde ayırmışız. Toprak Ana, Tabiat Ana. Doğa ne ana ne baba. Ne tanrı ne de tanrıça. Ne uyum ne de denge. Doğa bir akış, belki çok daha büyük bir akışlar dizisi içinde bir akış ama akış. Sayısız görünüşleriyle, şekil ve halleriyle bir akış ve insan da o akışlardan sadece biri.

Ne Denge ne de Uyum, Çatışmacı Akış

Dengeci değil bu akış. Öyle görüyoruz sık sık. Görmek istiyoruz ama değil. Uyumcu da değil. Aksine farklılaştırıcı ve çatışmacı. Çatışmalar arasında belli anlar var, her şeyin dengede gözüktüğü. Uyuma koşullanmış modern beyinlerimiz. Ya da koşullandırılmışız. O yüzden denge görüyoruz, dinginlik ve durağanlık, huzursal uyum ve doğayı bunlarla ilişkilendirerek doğa dengedir, uyumdur diyoruz.

 

Bu bizim icadımız. İlk önce bunu silmemiz gerekiyor zihnimizden. Çünkü her şeyden önce saçma bir yaklaşım. Doğa olarak adlandırdığımız şey sürekli değişen bir şey. Tüm yerküre hareket halinde, sürekli değişen bir şey. Denge ise tam tersini ifade eden bir kavram. Denge demek her şeyin olduğu gibi kalması, değişimin olmaması demek. Uyum da öyle. Mükemmel uyumun olduğu yerde aslında hiçbir şey hareket halinde değildir, hiçbir şey değişmiyor ve evrilmiyordur. Böyle bir şey olamayacağı için biyologlar dinamik denge denen bir kavram ileri sürmüştür. Doğal habitat dinamik denge halinde bir habitattır. Yani sürekli değişir ama bu değişim süreçleri belli süreler için karşılıklı denge halinde olabilirler. Ama bu dengeler biz fark edemiyorsak da yavaş yavaş değişirler. İşte bu yüzden denge yerine böyle bir akıştan bahsetmek daha doğru bir yaklaşımdır.  

 

Bu doğa dediğimiz şey aslında dışımızdaki dünyadır, yerküremizin bizim yerleşik dünyamızın dışında kalan kısmı. Bir zamanlar terk ettiğimiz yer. Biz modernler ona doğa deriz. Onu uygarlık adını verdiğimiz yerleşik dünyamızın karşıtı yapmışız. Ama bu öyle bir karşıt ki, sanki uygarlığımızdan daha iyi bir yer. Çünkü uyumla ilişkilendirmişiz. Neden bu terk ettiğimiz yeri bizden çok daha uyumlu bir dünya olarak kabul ediyoruz? Tersi olması gerekmiyor mu? Doğal habitatları bu yüzden terk etmedik mi? Ya da bu bir tür tuzak mı? Aslında yerküremizde olmayan bir şey yaratarak, doğayı bize mükemmel uyumun dünyası olarak göstererek, bizi mi zorluyorlar böyle bir uyumun peşinden koşmaya, bizi modern işleyişin hizmetkarları yapmaya. 

 

Denge ve uyum değil, sadece döngüler ve süreçler, yani akışlar var yerküremizde. Doğal akışlar, büyük ölçüde rastlantısal olan kendiliğinden işleyişlerini, doğal işleyişlerini izleyen akışlar. 

Doğa mı Doğallık mı?

Modern beyinlerimiz somut nesneler görmeye alıştırıldığından bu akışlar yumağını da öyle görüyoruz, nesnemsi bir şey olarak algılıyoruz. Akış görmeye, algılamaya alışmamışız. Oysa o doğanın parçası olarak gördüğümüz şeylerin hepsi birer akış. Sürekli değişen, hiç de aşılmaz sınırlarla ayrılmayan akışlar, iç içe geçmeler. Muhtemelen gözlerimiz ve biz akışlar değil de nesneler görmeye daha eğilimli şekilde evrilmişiz. Çoğu kez, çok bariz durumlar dışında durağan nesneler olarak algılıyoruz bu akışları.

 

Doğa, eğer illa kullanacaksak bu kavramı, akışlardan ibaret. Bir ağaç, kabuğunun altında ve hatta üstünde binlerce akıştan ibaret. Her yerde sürekli bir şeyler bir yerden bir yere gidiyor, sürekli alışverişler, yer değiştirmeler, beliren, daha sonra yok olan şeyler. Sürekli enerji ve maddenin yer değiştirmeleri. Ağaç, kabuğuyla tüm bu akışlara bir geçici kılıf, bir beden aslında. Bu anlamda bir nesneleşme var ama bir akışlar dünyasını örten, ayıran bir nesne aynı zamanda.  

İnsan da böyle, derisinin altında muazzam bir akışlar dünyası var. Mikroskobik bir dünya, hücreler, süratle bir yerden diğerine giden minik parçacıklar, sürekli enerji ve madde transferleri, hatta bizi kendilerine habitat yapmış tek hücreliler, bakteriler ve daha bir dolu akış. Ama sadece günlük değil, bir tür olarak sürekli dışarıdaki habitatla olan etkileşimlerden dolayı yüzlerce, binlerce yıllık çok daha büyük bir akış olarak evrimin etkisi altında bir akışlar yumağı. Tek de değiliz bu anlamda. Çeşitli türler, canlılar, hatta çeşitli cansızlar, cansızlar. Tüm bu akışların kılıfı da yerküremiz. Onun içinde yer alıyor bütün bu akışsal dünya. Her biri bir süreliğine var, sonra yerini başka akışlar alıyor. Gerçi çoğu kez çok uzun süreler bunlar ama sonuçta hepsi geçici ve hepsi çok daha büyük bir yerküresel kendiliğindenliğin içinde. İşte bunun adı doğallık ve eğer kocaman evrenin içinde kendimizi ayıracaksak yerküresel doğallık da diyebiliriz. 

O akışın bir parçasıyız. Tıpkı hem bir nehrin hem de onun her damlasının su olması gibi, biz de doğayla aynı özden, onu yaratmış doğallıktan, aynı akıştan geliyoruz. Doğallık, bir yüce güç olarak yaratmadı bizi. Ne o bir yaradan ne de biz yaratılanız. Biz ve diğerleri, hepimiz birlikte yerküresel doğallığın parçalarıyız, o akışı oluşturuyoruz. Bu doğallığın milyonlarca görünüşünden, halinden biriyiz. Bu süreç, milyonlarca farklı halin belirdiği bu sürecin adı doğallık.

 

Doğa kavramıysa daha farklı bir şey. Her şeyden önce bir ayırma. Bu doğallıktan kopmamışsak da, ki kopmamız mümkün değil, böyle bir gücümüz yok, biz aksine inanıyorsak da yok, bundan yaklaşık on bin yıl önce kurmaya başladığımız yapay habitatlarımızı bu yerküresel doğallıktan ayırmışız. Düşünsel düzeyde ayırmışız ve bu kendimizden ayırdığımız kısma doğa demişiz. Bu ayırmadan önce doğal habitatlarda yaşarken, on binlerce yıl boyunca muhtemelen böyle bir ayrım görmemişiz. Bugün hâlâ doğal habitatlarda yaşayan topluluklarda doğa denen bir ayrımın olmaması daha önce de böyle olduğumuza işaret ediyor. Kendi yapay habitatlarımızı kurdukça ve onları birer nesne olarak algıladıkça, dışlarındaki dünyayı, dışta kalmış bu doğallığı da doğa olarak nesneleştirmişiz. Oysa akış kavramının bize çok da yabancı olmadığını çeşitli insan topluluklarında belirmiş akış anlatılarından biliyoruz. Ama sonunda nesneci doğa yaklaşımı kazanmış. En azından şimdilik.

 

Oysa eğer tüm bu doğallığı bir kılıfın içinde olarak algılayacaksak, bir nesne gibi göreceksek, doğru ifade doğa değil yerküre olmalı. Doğa, bu yerküreselliğin bir kısmına kendi icadımız yapay habitatlar adına el koymanın adı. Aslında tek bir şey varken onu ikiye ayırarak kendi ekolojik tecavüzümüze, ekolojik saldırganlığımıza kılıf uydurmuş oluyoruz. Eğer bu tarafta değilsek, doğa değil yerküresel doğallık dememiz, bir nesne değil bir akış görmemiz gerekiyor.  

Doğal ve Yapay Habitatlar

İnsan nesne yapabilen bir canlı. Sadece doğal halde bulduğunu kullanmıyor, doğal olanı başka bir şeye dönüştürüp kullanabiliyor da. Yeni bir şey, doğal olarak yerkürede var olmayan nesneler yapabiliyor. Beyni bu yönde evrilmiş gibi. Soyut düşünme becerisinden ziyade nesne yapıcılığa yönelik düşünme becerisi daha baskın gibi. Soyut düşünme sanki beklenmedik ikincil ürünü beynimizin. Muhtemelen bu yüzden de daha nadir, üzerinde çalışılması gerekiyor.

 

Bu nesne yapıcılığının içinde çevre yapmak da var. Basit bir barınak ya da bir nehre çalılardan ufak bir baraj değil sadece. Yeni bir çevre, bulduğu doğal ortamı tamamen değiştiren bir çevre. Kocaman kentler mesela. Yerkürenin doğal akışlarına göre kendiliğinden belirmemiş yapay çevreler. Farklı akışlar beliriyor o çevrelerde, yerküresel doğallıktan nispeten bağımsız, doğal akışların ancak dolaylı olarak etkileyebildiği, hatta bunlara karşıt kendiliğindenliklere yol açan yapay akışlar.

Çevre Değil Habitat

İlk önce çok önemli bir ayrım. İnsan aslında çevre değil, habitat yapıyor. Daha doğrusu yapay habitat. Burada çevre kavramını tercih etmemek gerek. O da doğa gibi ayırımcı, kafa karıştırıcı bir soyutlamanın, insanı habitatından ayrı düşünmeye teşvik eden ideolojinin ürünü. Açıkçası her zaman ideolojik de sayılmaz. Böyle düşünmeye eğilimimiz de var. Oysa hiçbir canlıyı habitatından ayıramayız. Her canlı habitatıyla gelir, belirir ve evrilir. Aynı şekilde bir habitatı da içindeki unsurlardan, en başta da içerdiği canlılardan ayrı düşünemeyiz. Her zaman bir canlı-habitat ikilisi vardır. Bu aslında tektir ve böyle de düşünmek zorundayız. Bunları ayrı görmemiz bizi böyle düşünmeye zorlayan, habitatı sadece kaynak olarak düşünen ideolojik yaklaşımın yarattığı bir tutumdur. İşte çevre tam da böyle bir yaklaşımda ortaya çıkıyor. Oysa ancak insan ürünü habitatlarda bir çevreden bahsedilebilir. Onun haricinde, yerküremizde hep habitatlar vardır, çevreler değil. Dolayısıyla doğal habitatları çevre olarak adlandırmaya başladığımızda ve onları koruma çabalarımızı da çevrecilik olarak adlandırdığımızda aslında farkında olmadan doğal habitatları kaynak olarak gören zihniyete hizmet etmiş oluyoruz. Çevre mücadelesi ancak yapay habitatların içinde yürütülebilir. Yapay habitatlarımızın dışındaki alanlar doğal habitatlardır, bizim çevremiz değil. 

Yapay Habitattaki Yapayın Anlamı?

​Yalnız insanın yaptığı habitat doğal değil, yapaydır. Belki bir gün doğal habitat yapmanın yolunu da öğreneceğiz ama şu anda sadece yapay habitat yapabiliyoruz. İlk önce doğal/yapay ayırımıyla başlayayım. Çok kafa karıştırıyor. Yapay deyince aklımıza ilk gelen yapmak oluyor. Aslında tam olarak o değil. Zaten bir şeyin insan ürünü olduğunu vurgulayacaksak, doğru ifadeler insan yapımı veya yapma olmalı. Yapay sözcüğü bir şeyin doğal olmayan kopyası veya versiyonu anlamında kullanılmalı, yani eski söyleyişte bir şeyin suni olması. Burada her ne kadar insan yapımı olmaya vurgu varsa da sözcüğün asıl vermeye çalıştığı anlam bir şeyin  doğal olmaması, bir taklit olmasıdır. Günümüzde dilimizdeki bu ayrım kısmen kayboldu, bu yüzden de sık sık kafa karışıklığı beliriyor bu kavramla ilgili. İnsan yapımı bir taklit olarak anlaşılacağına, insan yapımı olarak anlaşılıyor. Burada yapay habitat derken orijinal anlama sadık kalıyorum, yani doğal habitatın taklidi anlamında bir habitattan bahsediyorum.  

İnsan Doğalsa Yaptıkları da Doğaldır Argümanı

​Yapaylıkla ilgili bu anlam karışıklığının yol açtığı bir yanlış argüman da bu bağlamda sık sık karşımıza çıkabiliyor. Argüman şöyle: İnsan doğalsa, çünkü bu yerkürede evrilmiştir, yani doğal habitatlarda, dolayısıyla doğal bir varlıktır, o zaman onun yaptığı her şey de doğal kabul edilmelidir. Çünkü her ne yapıyorsa yapsın, sonuçta doğada evrilmiş bir canlının ona özgü davranışlarının veya özelliklerinin ürünü olduğundan o da doğal kabul edilmelidir. Eğer bu onun ürünü bir habitatsa o da doğaldır. Çünkü doğal bir varlık yapmaktadır bu habitatı. İlk başta ikna edici gelse de bu argüman aslında ciddi bir boşluk içermektedir. Doğal bir şeyin sonucu veya ürünü her şey doğaldır demekte ama doğal olanın niye doğal kabul edilmesi gerektiğini açıklamamaktadır. Bu doğallık tanımına göre aslında her şey doğal olmaktadır ve böyle olunca da doğal yapay ayrımına gerek kalmamaktadır. Kısacası, doğada olan her şey doğaldır deyip sıyrılmaktadır işin içinden. Gerçi bu basit bir meseleden sıyrılma değil, aslında tehlikeli bir ideolojik manevradır. Böylece doğallığa aykırı her şey, her türlü ekolojik kriz, toplumsal karışıklık vb her şey doğal ve dolayısıyla da kaçınılmaz ilan edilmektedir.

Kendiliğindenlik

Oysa doğallığı doğada olmakla değil (zaten doğa kavramı da bir icattır), kendiliğindenlikle bağlantılı düşünmeliyiz. İnsan doğaldır, çünkü onu ayakta tutan süreçler kendiliğinden çalışır. Ama bu ne tür bir kendiliğindenliktir? Bir kere başladıktan sonra kendiliğinden devam eden, kendisini sürdürülebilen yapı ve süreçlere mi doğal diyeceğiz, yoksa başlangıcın da mı kendiliğinden olması gerekiyor? Burada bir şey daha olması gerekiyor.

Burada bahsedilen kendiliğindenlik özünde enerji temininin niteliğiyle ilgili. Doğal oluşumların veya süreçlerin enerji temininin kurulması, ayarlanması veya örgütlenmesi gerekmiyor. Örneğin, bedenimizin nasıl enerji temin edeceğine kafa yormamıza gerek yok. Bunu bizim dışımızda sağlayan bir düzenin, bir işleyişin parçasıyız, kendiliğinden yürüyen bir işleyişin. Örneğin, bir masa için gerekli tüm bileşenleri bir araya getirin, o süreci başlatacak enerjiyi temin etmezseniz, o bileşenlerin hiçbiri bir araya gelip o masayı yapmayacaktır. Daha sonra yaptıktan sonra da sürdürülebilmesi, çürüyüp yok olmaması için sürekli enerji sağlamanız gerekecektir. Doğal oluşum ve süreçlerde bu kendiliğinden olur. Ortaya çıkan her neyse bu çoğu kez uzun bir sürecin sonucudur ve bu sürecin enerjisi kendiliğinden vardır, birilerinin veya bir şeylerin bunu temin etmesi gerekmez. Ama en önemlisi bu enerjinin işe koşulması gerekmez. Bu işe koşulma da kendiliğindendir. Bir değişiklik olana kadar bu işleyiş bu şekilde sürer.  

Kör Kendiliğindenlik

Bu tanım ilk anda yeterli görülebilir. Büyük ölçüde de yeterli. Büyük ölçüde diyorum, çünkü aslında tam bir kendiliğindenlik sunmamaktadır. Çünkü yapay kabul edilen süreçler de bir süre sonra buraya ulaşabilir. Bugün olmasa da daha ileri bir tarihte o tür teknolojiler üretebiliriz. Doğallığın ne olduğunu tam anlamıyla kavrayabilmek için o kör ifadesine ihtiyacımız var. Doğal hiçbir oluşum veya süreç tasarlanmaz. Burada insan türü bir zekanın tasarlama faaliyetinden bahsetmiyorum. Tasarlanmaz derken çıkan son ürüne bakarak ondan önceki evreler arasında ilişki görmek, yani bir neden sonuç ilişkisi bile kurmak, eğer konumuz doğallıksa anlamsızdır. A ve B bir araya geldiği için C olmuştur diyebilirsiniz ve bunu dediğiniz anda tasarımsal bir oluşumdan bahsetmektesinizdir. Çünkü evet, A ve B bir araya geldiği için C olmuştur ama A ve B bir araya gelmemiştir. Bir şeyler olduysa tamamen tesadüfen olmuştur.

 

Doğal enerji ve madde alışverişleri bu anlamda tamamen amaçsızdır. Bir şekilde olmaktadırlar ve bu olmalar sırasında bir şeyler beliriyorsa, bir şeyler ortaya çıkıyorsa, bunların onları getirdiği düşünülen enerji ve madde alışverişleriyle ilgisi yoktur. Yapay habitatsa tam tersine her zaman tasarımla başlar. Ne kadar ilkel olursa olsun, enerji ve madde alışverişi ilk önce her zaman tasarımsaldır. Yapay habitat amaçlı bir örgütlenmedir. Doğallıkta böyle bir şey yoktur. Eğer ortaya insan çıktıysa, evet, bu bir sürecin sonucudur ama o sürecin hiçbir kademesinde enerji ve madde alışverişleri böyle bir şey için gerçekleşmemiştir. Eğer belli süreçler bizi bedenen sürdürüyorlarsa, burada da amaçbedenen sürdürülmemiz değildir. Onlar bir şekilde bizi sürdürüyordur ama hiçbir zaman bizi sürdürmek için evrilmemişlerdir. Bir habitatı sürdürmektedirler, bizi değil.

 

Doğal süreçler sırasında sürekli bir şeyler olmaktadır. Örneğin, insan gibi epey karmaşık bir canlı çıkmıştır. Bu bir tasarım gibi gözükebilir ama bu milyonlarca yıl boyunca enerji ve madde alışverişleşmelerinin tesadüfen açtığı çeşitli yolların, süreçlerin geldiği bir duraktır. O bedenin içinde olup bitenlerin dışarıyla çok da ilgisi yoktur. Bedenin içinde olup bitenler daha çok bir habitatın bileşenleridir. Bu şekilde evrilmişlerdir ama bu habitatın bir hayvan türüne karşılık gelmesi tamamen farklı ve tesadüfi bir oluşumdur. Bu ikisi arasında bir bağlantı yoktur. Bu habitattın evrimi sırasındaki enerji ve madde alışverişleri bu sonucu getirmiştir.  

Doğal Habitat

​​​Doğal habitat işte tam da bu oluyor. Sürekli bir şeyler olmaktadır enerji ve madde alışverişleri anlamında. Bu sırada bir şeyler belirmektedir ve bu bir şeylerin sebebi bu enerji ve madde ağlarında gerçekleşen süreçlerdir ama o beliren şeylerin belirmesine özgü bir süreç olmadığı görülmektedir. Doğal habitat, çok ama çok sayıda sürecin rastlantısal bir araya gelmesinin sonucu olarak çıkmaktadır karşımıza. Hiçbir şekilde bir tasarım söz konusu değildir, bilinçli veya bilinçsiz. Yani tasarım derken sadece zeka ürünü bir şeyden bahsetmiyorum. Süreçlere bakıp bu süreçler şuna yol açabilir anlamında, daha çok neden sonuç ilişkileri bağlamında bir tasarımdan bile bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Geriye giderek nasıl evrildiğini  çözmek mümkün olsa bile, ne aynı başlangıç koşullarının tekrar aynı sonucu getireceğinin garantisi vardır ne de bir süreliğine bile nasıl bir yön alacağının ipuçlarını görmek mümkündür. Doğal habitat bu anlamda kör kendiliğindenliği olan bir oluşumdur. Hatta bu sebeple doğal habitatı doğal habitat olarak tanımlamak bile zordur denebilir.  

Yapay Habitatın Tasarımsallığı

​​Yapay habitatsa tam tersine tasarımsal bir habitattır. Başlangıcında bu açıkça gözükmese de, ve çok uzun süre böyle kalabilir de, zaman içinde hedefçilik ve tasarımsal örgütlenme açıkça  öne çıkar. Doğal habitattan en büyük farklılığı da budur. Evet, kurulması ve sürdürülmesi için başka birilerinin veya şeylerin enerji temin etmesi şarttır. Belki bu ileride değişebilir ama şu anda örneğin bir masayı yapmak ve sürdürmek için ya insan ya da makine çabası ve bu çabayı yürütecek enerji gereklidir. Malzemeleri masayı kendiliğinden yapamazlar.

Aslında doğal habitat veya onun sebebi yerküresel doğallık da böyle bir şey yapmamaktadır. Çünkü yerküresel doğallığın hiçbir süreci bir doğal habitat yapmak ve sürdürmek için değildir. Ama bu süreçler sayesinde ortaya bir habitat çıkar ve sürer. Yapay habitat diye bir şey yoksa ortalıkta o zaman bunun adı sadece habitattır. Ancak yapay habitatın belirmesiyle birlikte bu habitata doğal etiketini iliştiririz. 

Yapay habitatınsa onu yapan ve sürdüren süreçleri vardır; olmak zorundadırlar. İlk başta bu gözükmese de böyle bir tasarımsal hedef bir süre sonra gözükür ve işte bu yüzden de doğal değildir. Onu ortaya çıkaran insanlar doğal süreçlerin ürünü, yani kör kendiliğindenliğin sonucu ya da hakim dille doğal bile olsalar, yapay habitat yine de doğal değildir. Çünkü onun oluşumunda artık kör kendiliğindenlik yoktur. Süreçler kör değildir; yapay habitatı oluşturmak ve sürdürmek içindirler. Yani süreçsel bir tasarım vardır. Başlangıcından bir süre sonra bazı süreçlerin işlevlerinini yapay habitatı ayakta tutmak oldukları görülür. 

Yapay Habitatın Enerji İhtiyacı 

Bu ayakta tutma fazladan bir iştir. Birileri veya bir şeyler bu işi üstlenmelidir ama bir de bu işi yürütecek enerji bir şekilde temin edilmelidir. Görüldüğü gibi, yapay habitatın doğal habitattan farklı bu özelliği, yani hedefsel ve/veya tasarımsal bir oluşum olması doğal habitatta olmayan habitatı ayakta tutma işi yapmayı ve bunun için enerji üretmeyi gerektirir. Bu da birilerine veya bir şeylere çıkacak bir fatura demektir. Çünkü bu enerji bir yerden gelmelidir ve bu işin sonunda çıkacak atık da bir yere gitmelidir. 

 

Yerküresel doğallık tam bir işleyiştir; ne eksiktir ne de kullanmadığı fazlalığı vardır. Yapay habitatın bu tür fazlalıkları için ayrılmış ne kaynak ne de yer vardır. İnsan bir doğal işleyiş ürünü olarak bu işleyişin parçasıdır. Onu sürdüren enerji zaten bu doğallığın içindeki enerji ve madde alışverişlerinin parçasıdır. Ama kendisine bir habitat yapmaya kalkıştığında bunun enerji ve yer olarak karşılığı yoktur yerküresel doğallıkta. Belki uzun bir evrimin sonucunda bu olabilir ama insanda gördüğümüz kısalıkta bir sürede bu talep karşılıksızdır. Dolayısıyla zorla alınması gerekecektir. Habitat kurucusu insanlar olarak tam da bunu yapmaktayız. Bunun belki daha ekolojik bir yöntemi bulunabilir belki ama şu ana kadar buna pek kafa yormadık ve bugüne geldik. Ekolojik krizler artık buna kafa yormamız ya da sonuçlarına katlanmamız gerektiğini söylüyor. 

10658758_10156401975410243_2075574269886887728_o.jpg

Yapay Habitatın Belirişi 

"Bazı İnsanların" Yerleşik Yaşama Geçişi

İlk önce doğallık vardı, yerküremiz ve onun doğallığı, doğal, yani kendiliğinden süreçleri. Bu doğallığın bir yerinde, tıpkı birçok canlı ve cansız gibi, biz evrildik, biz, insanlar. Bu süreç içinde evrildiğimiz için de bedensel anlamda bu doğallığa uyumluyuz. Ayrıca çok uzun süre doğal habitatlarda, yerküresel doğallığın içinde var olduk. Ta ki bir gün bir kısmımız farklı bir yönde gitmeye, kendi habitatlarını kurmaya karar verene kadar.

Bu değişim yerkürenin sonuncu buzul çağından çıktığı döneme, yani soğuktan sıcağa bir iklim değişimine denk geldi. Bu sırada başladık kendi habitatlarımızı yapmaya. Hepimiz değil ama; sadece bir kısmımız. Ve her yerde aynı ölçekte ve nitelikte de değil. Bu bir kısmın arasından bir kısmımız bu habitatların başlangıçtaki en basit hallerinde kaldı. Pek değişmediler. Bir kısmımız da çok büyük uygarlıklara dönüşerek sonunda bugünkü modern kapitalist dünyada buluşacakları yola girdi. Derdimiz bu ikinci grupla başladı.

Yepyeni Bir Faaliyet: Çalışma

İlk önce şunu belirtmek gerekiyor. Bu bilinçli bir geçiş değil, rastlantısal bir süreç. İnsanlar bir araya gelip kendi habitatımızı yapalım demediler. Muhtemelen habitat denen kavrama bugün bizim kadar hakim değillerdi. Bizim bile ne kadar hakim olduğumuz şüpheli.

 

Yapay habitatlarda belli bir eşik aşıldığında, yani insanlar kendi barınakları dışında ortak alanlar yapmaya başladıklarında, enerji ihtiyacı da artıyor. O evrede bu enerjiyi sağlayacak tek bir kaynak var: İnsan. Çok uzun süre de değişmiyor bu. Hammadde temin edilecek, getirilecek, ardından söz konusu şey yapılacak ve en son olarak da hemen yok olup gitmemesi için bu şeye bakılacak. Böylece yepyeni bir faaliyetle tanışıyor insanlar: Çalışmak. 

Elbette yepyeni değil bu faaliyet türü. İnsan çalışıyor ama sadece temel ihtiyaçları için, bir habitat yapıp sürdürmek için değil. Yerleşik yaşam geçişle birlikte bu değişiyor. Artık bu yeni yapay habitat için de çalışması gerekiyor. Bu nadir rastlanan bir durum canlılar dünyasında. Burada basit bir konuttan veya mega konuttan bahsetmiyoruz, bir çevre kurulması ve bunun sürdürülmesi gerekiyor. Bunu neredeyse hiçbir canlı yapmıyor ve insan da on binlerce yıl bunu yapmadan yaşamış. Hatta daha önceki insan türlerine de bakarsak milyonlarca yıl böyle bir şeye ihtiyacı olmamış. Ta ki yerleşik yaşama kadar. Demek ki insanın olmazsa olmaz bir özelliği değil bu, habitat yapmadan da yaşayabiliyoruz.

Yerküresel Doğallığın Bozucu ve Yıkıcı Etkilerinin Engellenmesi Şartı 

Ama yapıyoruz, en azından son on bin yıldır, ve artık yapay habitatlarımız olmadan yaşamamız da pek mümkün değil gibi. Neden bu yola girdik? Burada bunun açıklamasına girmeyeceğim. Daha ziyade çalışma faaliyetiyle başlayarak yapay habitatın belirmesinin biz insanlarda ve yerküremizde ne gibi temel sorunlara sebep olduğundan bahsedeceğim.  

Yapay habitatın en önemli farklılığı düzenli çalışma şartıyla birlikte gelmesi. Çünkü başka türlü var olamıyor. İki tür çalışma gerekiyor. Yapmak için ve sürdürmek için. Yapay habitatı sürdürmek aslında çalışmanın büyük kısmını oluşturuyor ve çoğu kez daha fazla yapmayı teşvik ediyor. 


Yapay habitatın üzerinde yükseldiği alan ya da yer her zaman yerküresel doğallıktan gelmek zorunda ama bu hiçbir zaman doğal işleyişin etkilerinin sıfırlandığı anlamına gelmiyor. Yapay habitat yapmak demek, yerküresel doğallığın parçası olan bir yere el koyarak orayı belli bir tasarıma göre dönüştürmek demek. Fakat oradaki bitki örtüsünü, hayvan dünyasını, dağları, taşları, jeolojik yapıyı, yani her şey değiştirilse, hatta ortadan kaldırılsa bile, yapıyoruz da bunu, yine de hiçbir zaman yerküresel doğallığın etkilerini sıfırlanmıyor. Çünkü imkansız. Çünkü yerküredeyiz.

 

Sıfırlayamadığımız için de yapay habitat sürekli yerküresel doğallığın bozucu ve yıkıcı etkilerine maruz kalıyor. Ancak organik varlıklar buna direnebiliyor. O da ancak belli bir süre. Yapay habitatın böyle bir şansı yok; sürebilmesi için sürekli  desteklenmesi gerekiyor. Bu yüzden yerleşik insanın önceliği en baştan beri yapay habitatı yerküresel doğallığa rağmen sürdürmek olmuştur. Bu da çalışma ve enerji temini demektir. Çok övündüğümüz "Uygarlık Tarihi"miz bir bakıma bu yanlış direnişin tarihinden başka bir şey değildir.

Yapay Habitatın Enerji İhtiyacının Kontrolsüz Büyümeyi Teşvik Etme İhtimalinin Belirmesi

​​Yerleşik yaşamın henüz son derece basit olduğu evrede bu ciddi bir sorun olmayacaktır. Yerleşiklik bu düzeyi aşmadığı sürece, ki dünyamızın bazı bölgelerinde çok uzun süre kaldığını görüyoruz, doğal süreçlerin yıkıcı etkilerine karşı direnmek ne ekonomik ne toplumsal ne de kültürel açılardan büyük bir yatırım istemeyecektir. Ama ya aşarsa?

Yani yapay habitat bu evrede kalmayıp giderek büyümeye başlarsa ve daha da kötüsü habitatın sürdürülmesi sorununun çözümü onun büyümesi olarak görülürse işler çığırından çıkabilir. Çıkabiliyor, artık apaçık göründüğü üzere. Böyle bir durum bir anda sürekli büyüyen ve yayılan bir yapay habitata yol açabiliyor. Bu da haliyle daha fazla enerji ve dolayısıyla yerküresel kaynakların daha fazla kullanılması ve tüketilmesi anlamına geliyor.

 

Bu büyüme durmadığında, yapay habitatı sürdürmenin yöntemi bu yapıldığında, yerküresel doğallığın bozucu ve yıkıcı etkileri de yerlerini ilk önce bölgesel, daha sonra da küresel ekolojik krizlere bırakır. Böylece artık sorunumuz da bu yapıları, bu kentleri iklimin ve diğer doğal süreçlerin bozucu, çürütücü, yıpratıcı etkilerinden nasıl koruruz, bu kurduğumuz habitatımızı bunlara rağmen nasıl sürdürebiliriz olmaktan çıkar. Çünkü artık bu bitmeyen tecavüzlerimiz sonunda görece uyumu bozulmuş, bir bakıma kontrolden çıkmış yerküresel doğallığın bize ve diğer canlılara zamanla küreselleşen ekolojik krizler olarak yansıyacak büyük dönüşümü başlamıştır.     

Büyümenin Kapitalizmle Eşleşerek Tüketim Kültürüne Dönüşmesi

​​Sorun bir tek kontrolden çıkmış büyüme olsaydı, belki daha baş edilebilir olabilirdi. Ama bu büyüme zaman içinde onu daha da fazla teşvik eden, hatta her şeyin baş tacı eden kapitalist ideolojiyle eşleşince, bu birliktelik yerküresel kaynakların daha da vahşice kullanılmasına ve belki de hiçbir şekilde geri dönülemeyecek bir eşiğin aşılmasına sebep olur. Her ne kadar kapitalizm bir ara gücünü yitirmiş, yerini daha az vahşi ekonomik ideolojilere bırakacakmış gibi gözükmüşse de, bu olmaz ve eskisinden daha güçlü bir şekilde geri gelir. 

Gücü, insanların çoğunu etkisi altına alacak bir tüketim kültürüyle gelmesinden kaynaklanır. Kapitalizm bu yeni evresinde bir yandan üretilen nesnelerin ömrünü kısaltmış, diğer yandan da nesne sahibi olmayı birey olmakla, öne çıkmakla birleştirmiştir. Nesne sahibi olmanın yerini büyük ölçüde son modellere sahip olmak, dolayısıyla da sürekli nesne yenilenmesi almıştır. Ama nesnelerin ömrünü kasıtlı olarak kısaltarak da bu sürece katkıda bulunmuştur. Sonunda, faaliyetler de dahil olmak üzere her şey satın alınarak tüketilebilen şeylere dönüşmüştür. Bu evrede teknolojinin gelişmesiyle insanların hassas oldukları uyarıcıların da daha fazla tüketim için kullanılmaya başlaması bu tüketim kültürünün çok farklı ve ekolojik açıdan çok tehlikeli bir yere evrilmesine sebep olmuştur. Bu elbette beraberinde görülmemiş bir büyüme ve kaynak kullanımını da getirmiştir. Böylece kapitalizm gerçek anlamda bir kültüre dönüşmüştür. 

Bedeli Çok Yüksek Bir Habitat Türü

Sadece Enerji Talebi Değil, Özveri Talebi de Çok Yüksek

Yukarıda bahsettiğim büyüme sarmalına girdiğinde karşımıza bedeli çok yüksek bir habitat çıkıyor. Tarihsel veriler yapay habitatın böyle bir sarmala kapılma ihtimalinin hiç de düşük olmadığını gösteriyor. Peki, bu evreden itibaren neden bedeli yükseliyor bu habitatın? İlk başta sürekli artan enerji ihtiyacından dolayı. Bu ihtiyaç hâlâ bir platoya ulaşmış değil ve habitatın işleyişine baktığımızda böyle bir şey mümkün gözükmüyor. Çünkü sürdürülebilirliği sürekli büyümesine bağlı.

 

İkinci sebepse talep ettiği çok büyük özveri. Ekoloji tartışmalarında bu özveri meselesi pek konuşulmuyor, sanki insanın bir tür olarak böyle bir yükümlülüğü veya özelliği varmış gibi. Sorun da bu zaten, yok. Ama başarılı bir şekilde bu konuya pek girilmiyor. Tartışma sık sık enerji tüketimine çekilerek nispeten teknolojik çözümlerle halledilebilecek bir sürdürülebilirlik sorunuyla karşı karşıya olduğumuz fikri dayatılıyor. Özveri kısmına hiç girilmiyor.

 

Büyüme sarmalına girdikten sonra yapay habitatın sürdürülmesi giderek daha fazla insan yaşamının (özellikle insan yaşamı diyorum burada) bu işe koşulması ve büyük ölçüde feda edilmesiyle mümkün olabiliyor. Tarihsel veriler ortada ve bu hâlâ pek değişmiş değil. Sürekli kültürel anlatı ve söylemlerle bu yüksek bedelin gerekliliğine ikna edilmeye çalışılmamız da ortada yanlış bir şey olduğunu gösteriyor zaten. Güya bu sayede doğal habitatlarda olmayacak büyük avantajlarımız oluyor, güya çok kritik sorunlarımıza çözümler geliştiriyoruz, güya eğer bu uygarlıkları kurmasaydık diğer türler karşısında hiçbir şansımız olmayacaktı ve benzeri iddialar. Haydi doğru kabul edelim tüm bunları, tam olarak ne kazanıyoruz bu büyük özverimiz karşılığında doğal habitatlarda yaşarken bulmadığımız ve ihtiyacını hissettiğimiz?

Karşılığında Ne Alıyoruz?

Bu büyük özverinin sonunda ödülümüzün toplumsal, siyasal, kültürel ve ekolojik krizlerle dolu bir dünya olduğunu dikkate alırsak, pek bir şey kazanmıyoruz gibi çok daha büyük sorunlar dışında. Bu mu kendimizi feda etmemiz istenen habitat türü? Artık modern kapitalist habitat da diyebiliriz buna. Hem sürdürmesi bu kadar pahalı hem de sonunda çok daha büyük bir sürü dert, sorun ve kriz.

Ama biraz daha açayım bu yüksel bedel konusunu. Giderek artan ve bir türlü durmayan enerji talebi yapay habitatın dışına doğal alanlar ile canlılara tehdit olarak yansıyor ki, bu hiç de küçümsenemeyecek boyutta bir tehdit. Hatta var olması için bunun olması gerekiyor. Bu tür yapay habitat ancak yok ederek var olabilen bir habitat türü. Tehdit sadece yok etmeyi değil,  sömürgeleştirmeyi de içeriyor. Örneğin, en az bir canlı türünün (yani bizim), evrimsel işleyişe aykırı şekilde kendisini bu habitatın ayakta kalmasına feda etmesi gerekiyor. 

 

Özveri talebiyse de özünde yaşamlarımızın talep edilmesi. Şu ana kadar hiçbir canlı türünün böyle bir işlev için evrilmediğini biliyoruz. Muhtemelen evrilemez de. Ancak bu şekilde habitat için sömürgeleştirilebilir. Bu da büyük bir çıkar çatışması demektir ve böyle bir çatışmanın olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için de iş yapılması gerekecektir. Yoksa birileri sonunda isyan edecektir bu ilişkiye. Bunun yansıması da, biraz yukarıda değindiğim gibi, kültürel anlatı ve söylem üretim ve artışı, sürekli büyümek zorunda olan anlatı ve doktrinasyon ağları, daha fazla teknoloji ve daha fazla iş ve enerji talebi olacaktır. Böyle de bedeli yüksektir bu yapay habitatların ve biz böyle bir şey için evrilmedik. En az 300.000 yıl doğal habitatlarda var olduk. Bizi bugün böyle yaşamaya bu yapay habitatlar zorluyor.

Ekolojik İkilem

Evrimsel Geçmişimizde Aslan Payı Doğal Habitatların

Evet, "buna evrilmedik". Meselenin özü de burada. Böyle bir habitat için, bu habitatın sunduğu yaşam koşulları için evrilmedik.

Evrilemezdik de, çünkü biz önce geldik, sonra bu kurduğumuz yapay habitatlar. Uzun, çok uzun süre onlarsız yaşadık. Doğada, doğal habitatlarda, on binlerce yıl, kabaca 300.000 yıl. Yerleşik yapay habitatlarımızda daha çok yeniyiz. En fazla 15.000 yıldır, hatta daha da kısa, eğer yapay habitatın kentsel evresinden başlarsak. Nerede bu 15.000 yıl nerede yerküresel doğallıkta ya da alışıldık deyişle doğada geçirdiğimiz 300.000 yıl. Orantılarsak, bir tür olarak var olduğumuz zamanın %95'sini doğal habitatlarda geçirirken sadece %5'ini yapay habitatlarda geçirmişiz.

Farklı bir karşılaştırma belki biraz daha yardımcı olabilir burada. Yerküremizde bir tür olarak şu ana kadar geçirdiğimiz zamanı bir saat olarak düşünürsek, bu sürenin 58 dakikasını doğal habitatlarda geçirirken sadece son 3 dakikasını kendi ürünümüz yapay habitatlarda geçirmişiz. Ama burada durmayalım, türümüzün parçası olduğu Homo cinsi 2.5 veya 3 milyon yıl önce belirmiş. Biz Homo sapiensler bu gruptan evrildik. En yakın akrabalarımız sonuçta. Onlar yapay habitatları hiç görmediler. Yapay habitat bizim icadımız ama bedenimiz bu cinste gerçekleşmiş evrimin sonucu.

 

Nasıl yapalım bu seferki karşılaştırmayı. Cinsimizin biz de dahil yerküremizde geçirdiği süreyi 2.5 milyon yıl olarak alıp bunu bir saat olarak düşünelim. O zaman bu rakamlara göre şu ana kadar tüm Homo türleri dahil doğal habitatlarda geçirilmiş zamanın 59 dakika 38 saniye ve yapay habitatlarda geçen zamanınsa sadece 22 saniye olduğu görülüyor. Topu topu 22 saniye. Diğeriyle karşılaştırınca ne kadar ama ne kadar ufak bir süre! Neden önemli bu karşılaştırma? Aradaki muazzam farkı görmek için. Aslında milyonlarca yıldır doğadayız ve bunu çok sınırlı teknolojiyle yaptık. Ateş, taş ve ağaç. Yapay habitatlardaysa en fazla on beş bin yıldır. 

Demek Ki Doğal Habitatlarda Var Olamayacak Kadar Zayıf Bir Tür Değiliz

Bu kadar uzun süre doğada var olabilmiş bir cinste evrilmiş bir tür olarak o kadar da zayıf olamayız. Biz bile 300.000 yıl doğal habitatlarda yaşamışız ve kurda kuşa rağmen soyumuz tükenmemiş. Dolayısıyla doğada yaşamamız zor olduğundan kendi habitatlarımızı yapmak zorunda kaldığımız iddiası büyük bir çarpıtma. İhtiyacımız olan şey biz belirdikten 300.000 yıl sonra beliriyor. Olabilir mi böyle bir şey? Güya bu kadar kritik, bu kadar ölüm kalım meselesi olan bir problemi 300.000 yıl sonra çözüyoruz ve bu arada da bu kadar zayıf bir tür olarak soyumuz tükenmiyor. Tam tersine yerküresel doğallığın içinde evrilmiş bir tür olarak diğer türler kadar becerikliyiz doğada var olma konusunda. Maalesef fazla yaygın olan bu düşünce muazzam bir çarpıtma.

 

Bugün bu içinde yaşadığımız yapay habitatlar aniden yok olsalar, belki milyonlarcamız ölecek ama bir tür olarak varlığımız sürecektir. Çünkü doğal habitatlarda evrildik. Bedenlerimiz bu habitatlarda var olmaya hâlâ yapay habitatlarda yaşamaktan çok daha uyumlu. Oysa tersi doğru değil. Biz olmadan, biz çalışmadan yapay habitatlarımız var olamaz. Bizi yerküresel doğallığın süreçleri yaptı. Ne var, ne yok, tüm özelliklerimiz, bedenlerimiz doğal habitatlarda yeşerip gelişti. Bedenlerimiz hâlâ son derece doğal, hâlâ doğal habitatlarda geçirdiğimiz bu geçmişimizi yansıtıyor, ilk evimizin, hatta asıl evimizin doğal habitatlar olduğunu hatırlatıyor.

"Bizim" Dışımızdaki Beden

Burada bedenimizin yerküresel doğallıkta ya da alışıldık deyişle doğada evrilmiş olması özellikle vurgulamaya çalıştığım nokta. Bu biraz kafa karıştırıyor. Genelde en önemli noktayı kaçırıyoruz: bu bizden bağımsız, bizim dışımızda yürüyen bir süreç. Ne var ki bunda, evrim elbette bizim dışımızda bir süreç diye düşünebilirsiniz. Böyle diyoruz ama sadece bir süreç olarak evrimi düşünüyoruz burada. Bu sürecin ürünlerini atlıyoruz. Örneğin, eğer evrim dışımızdaysa bunun ürünü bedenimiz de dışımızda değil mi? Yani burada konu tek başına soyut bir evrim süreci değil, bir şeyin evrilmişliği ve bizim durumumuzda bedenin evrilmişliği, bu sürecin ürünü veya sonucu olması. Bu arada bizim dışımızda derken hem köken hem de kontrol olarak bizim dışımızda olmasından bahsediyorum. Peki, bu "bizim" ne, kim? Şimdi ona da geliyorum.  

Tabii eğer istersek ve zor da olsa bedenimizin varlığına son verebiliriz ya da muazzam strese sokabiliriz, böyle bir gücümüz var. Bu kontrol etmek mi bilemedim? Pek değil. Kastettiğim kontrol daha farklı. Örneğin, kolumuzu kaldırıp raftan bir şey almaya karar verebiliriz, ama o kolun yetişmesi, yani öyle bir eylemi yapacak kapasiteye ulaşması olsun, o sırada o hareketi yaparken devreye giren süreçler olsun, hiçbiri bizim kontrolümüzde değil. Bizden bağımsız, bizim dışımızda gerçekleşiyorlar.

 

Ya da başka bir örnek: Karnımız acıkınca bir şeyler pişirebilir veya doğada yiyecek arayışına girişebiliriz ama ancak bedenimiz sinyal gönderdikten sonra girişiyoruz bu işlere. İlk önce bize aç olduğumuz bildirmesi gerek. Aslında bedenimiz enerji istiyor, onun üzerine bir sinyal gönderiyor ve biz de acıkıp yiyecek arayışına geçiyoruz. Bir şekilde birileri veya bir şeyler bu sinyali bloke ederse açlıktan ölebiliriz de. Ama o yiyecek arayışı başlayınca yiyeceği bulmak için yapacağımız eylemlerde bedenin rolü büyük ölçüde bitiyor. Bu kısım daha çok bizim dünyamıza ait. Mesela, birilerinin bu eylemleri bize öğretmesi gerekiyor çoğu kez. Ayrıca yiyecek elde etme süreçlerini bedenimizin kontrolü ve katılımı dışında geliştirebiliriz. Tabii bir yere kadar. Birazdan ona da geleceğim. 

Beden ve "Ben": İki Farklı Alan

​​Burada iki farklı varlık ve iki farklı alanla karşılaşıyoruz. Biri beden. Bedenimiz. Beden derken beyni de dahil ediyorum. Bedenimiz varlığını evrime borçlu. Evrimsel bir varlık. Yani bulunduğu çevreyle girdiği ilişkiler doğrultusunda yapısı görece uzun bir süreçte değişebilen bir varlık. Ama her zaman değişemeyebilir, koşullar oluşmazsa yok olabilir de. Bu genelde evrimle ilgili atlanan ikinci önemli nokta. Bizden bağımsız ve bizim kontrolümüz dışında, evet, ama bir organizma olarak her değişime uyum sağlayacağımızın garantisi yok. Gerçi yok olmak da bir tür uyum; negatif uyum. Çoğumuzun atladığı en önemli nokta bu. Evrim uyum sağlamakla bir görülünce her zaman bir dönüşümle sonuçlanacağını düşünüyoruz. Hiçbir şey olmayıp yok olabilir de o organizma, o beden.

 

İkincisi de baştan beri biz dediğim şey, yani bedenin üzerinde şekillenen bir "ben". Bunun ne olduğunu söylemek kolay değil ve şu anda bu sorunun cevabını vermemiz de gerekmiyor. Ama büyük ölçüde deneyim, öğrenme ve kayıt, yani bellek olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden de bedensel mekanı beyin; beyin dediğimiz bedensel alt yapıya muhtaç. Ama sonunda o kadar güçlü bir varlığa ya da alana dönüşüyor ki, varlık sebebi beden olmasına rağmen tam tersini düşünerek kendisini bir tür efendi pozisyonunda görebiliyor. Özellikle modern dünyadaki algılama ve kavramlaştırma bu yönde. En azından şimdilik. 

Bu ikisi arasında bir bağımlılık ilişkisi var. Ama bu görece bir bağımlılık. "Ben" in kullandığı kapasitelerin neredeyse tamamı bedenin evrimsel gelişiminden geliyor. Örneğin, insanın alet kullanma ve yapma kapasitesi var. Bu konuda tek değilse de en gelişmiş canlı. Bu kapasitesi bedenin evrimsel gelişiminden kaynaklanıyor ama ne tür aletler yapacağının evrimle ilişkisi yok. Burada büyük ölçüde bedenden bağımsız bir alan söz konusu. Büyük ölçüde diyorum, çünkü belli bir sınırdan sonra beden "ben"in geliştirdiği aletlerin sonuçlarından etkilenmeye başlayabilir ve bu çoğu kez olumsuz olabilir.

"Ben" Avantaj mı, Risk mi?

Birazdan geleceğim dediğim konu buydu. "Ben" öyle aletler yapabilir, diğer "ben"lerle birlikte öyle teknolojiler geliştirebilir ki, bunlar sonunda bedenin varlığını, bedensel faaliyetlerin uyumlu işleyişini zorlayabilir, hatta bunlara zarar verebilir. Tabii zarar belli bir eşiği aştıktan sonra "ben"in varlığı da tehlikeye girebilir, çünkü sonuçta temel birim beden. O ölürse "ben" de ölüyor ama tersi her zaman olmuyor. "Ben"in işleyişi bozulduğu bazı durumlarda beden varlığını hâlâ sürdürebiliyor. Örneğin, psikolojik ve nörolojik sorunlar. 

 

Neden böyle bir yapı belirmiş? Sonuçta bedenin varlığını riske atabilecek bir yapı. Sadece insanda yok bu ikili yapı. Hayvanlar aleminde birçok türde belirmiş. Ama bu diğer türlerde bedensel geri bildirim süreçleri çok daha etkili; bu ikinci yapı bedene çok daha bağımlı, çok daha onun kontrolünde hareket ediyor. İnsanda bu eşik aşılıyor, bedensel kontrolün aleyhine çalışan bir durum beliriyor ve bu genelde insanın teknoloji ve anlatı geliştirme kapasitesiyle bağlantılı olarak gelişiyor. Böylece bedene avantajlı bir özelliğin riskli bir özelliğe dönüşme ihtimali beliriyor. Sadece kendi bedenlerimize de değil. (Bu arada fazla ilerlemeden şunu da belirtmek gerekiyor. Aynı özellikteki diğer türlere göre bu sorunu görebilme ve buna karşı çözüm geliştirme kapasitemiz de var. Ama bu hemen rahatlamamalı bizi. Kapasitemizin olması bunun becerilebileceği anlamına gelmiyor. Çünkü aynı kapasite farklı şekillerde de devreye girebiliyor.)

Peki, riskli bir duruma dönüşme ihtimaline rağmen neden, en azından ilk başta, avantajlı bu ikili yapı? En azından insanın durumunda. Daha önce bir yiyecek arayışı örneği vermiştim. Bu özünde bedenin enerji talebi. Biz bunu acıkmak olarak algılıyoruz. Her tür bunu evrimin sağladığı habitatında çözüyor. Ama oldu da bu tür farklı habitatlar ya da  habitatındaki başka kaynakları denemek istedi, o zaman bu yeni duruma uyum sağlaması gerekecektir. Bu da tabii bir tür bedensel değişim demek.

Alet Yapan "Ben": Teknolojik Kapasitenin Evrilmesi

Bir örnek: Yeni bir gıda türü buldunuz ama bedeniniz sindiremiyor ama yine de yiyebileceğinizi düşünüyorsunuz. Bir kere bedeniniz bu kapasiteye evrilmek, o şeyi sindirebilmek zorunda. Bu sizin elinizde değil. Ama onu ağzınıza atıp denemezseniz, böyle bir sürecin başlama ihtimali, eğer başlayacaksa, hiç olmayacaktır. Ama yine de epey yavaş bir süreç olabilir ya da hiç gerçekleşmeyebilir. Ya da belki elinize taş alıp onu ezerseniz, hatta bir de suda bekletirseniz belki süreç biraz daha hızlanabilir. Ama bunları yapacak kapasitenin de bedeninizde evrilmiş olması gerekiyor. Yoksa bu denemeleri hiç yapmayabilirsiniz. Eğer bedeniniz bu tür denemeleri yapacak şekilde evrilirse enerji temin sorununuzda önemli bir atılım gerçekleşecektir. İşte yukarıda bahsettiğim türden bir "ben"in (deneyim, öğrenme, kayıt) evrilmesinin en büyük avantajı bu oluyor. Tabii bu da hemen olmuyor, çok uzun bir süre gerektirebiliyor ama bizi bu ilgilendirmiyor şu anda. Biz böyle bir ikili yapının neden çıkmış olabileceğiyle ilgileniyoruz şu anda. 

 

Biraz daha ilerleyelim. O bulduğu şeyi taşla ezdi ya da suda bekletti veya ikisi birden, alet ya da bir şey kullanmış oluyor bu tür. Eğer ateşi çözmüşse onu da kullanabilir. Bir kere bu işlemler o gıdanın hemen sindirilmesini sağlayabilir. Böylece beden belki de elde etmek için hiçbir zaman evrilemeyeceği bir enerji kaynağına ulaşacak. Bu elbette önemli bir avantaj ama daha da önemlisi bu bir şey kullanma özelliği genel bir özellik olarak şekillenirse, yani ortaya bu şekilde her şeyi deneyen ve bu denemeleri kaydeden, dolayısıyla daha sonra hatırlayabilen bir yapı çıkarsa, o tür muazzam bir avantaj elde edecektir. Elbette enerjinin bir kısmı bu yapının sürdürülmesine gidecek ama sonuçta beden enerji temininde çok daha geniş alanlara ulaşma özgürlüğü elde edecektir. Daha da önemlisi evrimsel süreç atlanmakta burada. Her bir deneme için ayrı bir evrimsel sürece gerek kalmıyor.

 

Şimdi bu alet kullanmaya bir de alet yapmayı ekleyin. Örneğin, bir taşı bir şey oyabilecek bir alete dönüştürmek ya da kıyafet yapmanızı sağlayabilecek incelikte iğnemsi aletler yapmak. Böyle bir kapasitenin evrimsel olarak belirmesi de çok uzun sürecek ve daha nadir olacaktır ama bir kez belirdiğinde, sadece her şeyi farklı şekillerde kullanarak değil, bir de farklı şekillere dönüştürerek çözüm üreten bir tür çıkacaktır. Hedef hâlâ aynıdır: Bedeni farklı enerji kaynaklarına ve dolayısıyla farklı alanlara veya habitatlara ulaştırmak. Ama mesele sadece bu olamaz. 

Sadece Alet Yapan Değil, Cinsel ve Anlatıcı "Ben"

​​Neden? Çünkü bedenin tek sorunu enerji temini değil, aynı zamanda çoğalması da gerekiyor ve bizim gibi bunu cinsel yöntemle yapan türlerde bunun yöntemi, başka bir beden bulup onunla birlikte bir sonraki kuşağın bireylerini üretmek ve yetiştirmek. Ama ilk önce o bireyi bulmak ve razı etmek gerekiyor. Bu yüzden cinsel dürtümüz de karnımızı doyurmak kadar güçlü olmak zorunda. Çünkü beden çoğalmalı. Biz tabii buna çok daha romantik ve estetik şekillerde anlamlandırıyoruz, basit bir çoğalma arzusu olarak görmüyoruz ama sonuçta iki önemli dürtü var ve hem alet kullanan hem de yapan "ben" bu becerilerini haliyle bu alanda da kullanacaktır.

Burada alet yapma ve kullanmaya bir önemli noktayı da eklememiz gerekiyor. Her iki durumda da zihninde canlandırma, yani tasarlama becerisinin gelişmesi de gerekiyor. Belki hayal kurma da diyebiliriz buna ve bu sadece belli bir şeye yönelik evrilemeyeceğinden çevresindeki birçok şey gibi kendisini de kapsayacaktır. Yani bir süre sonra bir alet gibi, daha çekici kılmak için kendi fiziksel görüntüsünü de tasarlayabilecektir. Tıpkı doğadaki birçok hayvanın çoğu kez dişisini etkilemek için kendisini daha çekici kılması gibi. Ama insanın durumunda şöyle bir fark beliriyor. Diğer türlerde bu çoğu kez bedende evrimsel beliren sabit fiziksel bir yapıyken,  insan da alet yapma becerisinden dolayı evrimsel zorunluluktan bağımsız bir işlem olarak çıkıyor karşımıza. Diğer türler sadece bu evrimsel özelliklerine bağımlıyken, insan  ihtiyaç üzerine değiştirilebilir tasarımlar geliştirebiliyor. Örneğin, bedenini boyaması ya da farklı tasarımlı kıyafetler ve süs nesneleri yapması.

 

Enerji ve çoğalma ihtiyaçlarına ek, sosyal bir hayvan olarak insanın sadece bu iki dürtünün gerekleriyle değil, bir de kendisi gibi başka bireylerden oluşan bir sosyalleşme alanıyla da uğraşması gerekmektedir. Diğer bireyleriyle yürütmesi gereken ilişkiler de vardır. En son olarak da hem teker teker bireyler düzeyinde hem de bir sosyal grup olarak içinde yaşadıkları habitatı anlama ve anlamlandırma ihtiyaçları vardır. "Ben" olarak çeşitli olasılıkları irdeleme ve alet yapabilme becerisi gelişmiş insan bu merakını eninde sonunda çevresiyle ilişkisine de yönlendirecektir. Çevresiyle ilgili çeşitli sorular o istese de istemese de zihninde belirecek ve bunlara dair açıklamalar üretmesi gerekecektir. Böylece yepyeni bir alet daha belirecektir, çok özel bir alet: Anlatı. İnsanın çevresindeki fenomenleri ve ilişkilerini, yani deneyimlerini öykülerle anlamlandırma becerisi. Bu tabii ilk önce dil kullanımının evrilmesini gerektiriyor ve bu da uzun bir süreç sonunda gerçekleşiyor Homo'lar arasında. 

"Ben"in Yarattığı Alanının ve Ürünlerinin Evrimden ve Bedenden Bağımsızlığı

​​Şu ana kadar beden ile "ben" arasındaki görece farklılığı vurgulamaya çalıştım. Biraz uzatmış olabilirim ama bölümün başlığı yaptığım ekolojik ikilemi görebilmek için bu farkı kavramak şart. Kısaca toparlarsam, beden evrimsel sürecin ortaya çıkardığı ve ona bağımlı bir alan, yani evrimsel bir yapı. "Ben" de farklı değil, o da evrimsel sürecin ürünü. Ama bir kere belirdikten sonra "ben"in neler yapacağı, neler düşüneceği, neler keşfedeceği, yani keşifleri, icatları ve ürünleri evrim sürecinin kontrolü dışında beliriyor ve gelişiyor. Bunlar bedene yararlı da olabilir, zararlı da.

 

Tekrar vurgulamak istiyorum: "Ben"in kendisi değil, "ben"in yarattıkları evrim sürecinden bağımsız. "Ben" hâlâ bağımlı, beden kadar o da zarar görebilir "ben"in sonucu olarak beliren bu alanın ürünlerinden. Çünkü "ben"in varlığı hâlâ bedensel süreçlere bağlı. Yani beden ölürse o da ölür. Ama "ben"in yarattığı bir alet, bir teknoloji veya bir anlatı, bir ideoloji ölmez. Böyle bir ilişki var.

 

Ekolojik ikilem burada beliriyor. Evrimin sonucu olarak belirmiş ve burada kısaca "ben" olarak adlandırdığım, aslında organizmal bilinç de diyebileceğimiz bu yapının görece bağımsızlığı ilk anda organizmaya, yani bedene yarar sağlayan bir gelişme. Ama ilk anda. Muhtemelen uzun bir süreye yayıldığını da iddia edebiliriz bu ilk anın. Sonra yararın yerini zarar alıyor.

Ucu Açık Bir Kapasite ve Yapay Habitat Teknolojisi

Diğer hayvanlarda da görüyoruz bu evrimi ama ilk defa insanda muazzam bir kapasiteye ulaşıyor. Sorun da bu kapasitenin böyle bir artış göstermesiyle başlıyor. Örneğin, insan, doğada bulduğu maddeleri dönüştürerek karmaşık aletler yapabilen, şimdilik tek canlı. Ya da başka bir örnek, diğer hayvan türlerinde iletişim genelde çok sınırlı sayıda anlamlı sesten ibaretken, insanda yüzlerce farklı dilin belirdiğini görüyoruz. Yine diğer hayvanlarda çevresel ve grupsal anlatıların çok basit düzeyde de olsa var olduğuna dair işaretler varken, insanda anlatı dünyası muazzam bir düzeyde: Mitolojiler, ideolojiler, sanat, bilim, edebiyat, tarih, siyaset vs.  

İnsanın bu kapasitesinin ne kadar gelişmiş olduğunu gösteren çok daha önemli bir örnek var. Neredeyse tüm hayvanlar yuva yapabilirken veya en azından bir yeri bu amaçla kullanma becerisi gösterirken, insan bunun ötesine geçip kendisine habitat yapabiliyor. Yapmak zorunda değil; kendine habitat yapmadan da var olabiliyor. Ama gerekirse böyle bir becerisi var. Bu habitat elbette bir doğal habitat gibi kendisini sürdüremiyor. Doğal habitatların sunduğu kaynaklara ve insan emeğine ihtiyacı var. Buna rağmen yine de bir habitat ve bunu, bildiğimiz kadarıyla başka hiçbir hayvan yapamıyor.  

Enerjiye ve Sosyal Etkileşime Aç Bir Habitat

Bu insan ürünü yapay habitat da özünde bir alet. Muazzam karmaşıklıkta bir alet, alet olarak görülemeyecek karmaşıklıkta. Belki başka bir ad daha uygun olabilir ama var oluş sebebine baktığımızda sonuçta bir alet, bir teknoloji. Bugüne kadar tesadüfen yaptıysak da çok rahat bir sisteme oturtulabilecek bir teknoloji. En önemli özelliği de çok fazla sayıda insanı çok daha dar bir alanda yaşatabilmesi. Yüzlerce, binlerce ve sonunda milyonlarca.

 

Bu rakamlar doğal habitatların evrimsel doğal koşullarının mümkün kıldığı insan sayısından çok daha fazla. Bu kadar büyük nüfuslara doğal süreçlerin enerji sağlaması pek mümkün olmadığından, enerji teknolojileri de zaman içinde büyük gelişme göstermiş. Buna ek olarak çok sayıda insanı dar alanlarda tutabilmek, giderek artan nüfus yoğunluklarını nispeten barışçıl koşullarda var edebilmek için iletişim ve sosyal etkileşim teknolojilerinin de gelişmesi şart. Böylece yapay habitat kendine özgü bir işleyiş kazanıyor.

Yapay Habitatın İki Ana Olumsuzluğu: Doğallık Karşıtlığı ve Büyümeciliği

​​Bu işleyişin iki önemli olumsuz özelliği olduğunu görüyoruz. Her şeyden önce yerküresel doğal habitatların döngü, ritim ve süreçlerinin getirdiği, milyonlarca yıllık evrim süreci içinde şekil almış bedenlerimizi hiç alışmadıkları ve dolayısıyla stresli koşullarda yaşamaya zorluyor. İkinci olumsuzluksa, belli bir eşik açıldıktan sonra yapay habitatın daimi büyümeye kilitlenmiş bir yaşam sistem ve tarzına evrilmesi. Bir noktadan sonra bu tür bir anlayışı benimseyen ve teşvik eden kültürleri ödüllendiriyor. Muhtemelen karşılıklı bir ilişki var burada. Habitat bu tür kültürleri teşvik ederken kültürel anlamda bu anlayışın artması da habitatın işleyişini daha fazla bu yöne itiyor. Özellikle son üç yüz yıldır gidişat bu yönde.

İlk olumsuzluk doğrudan insanı etkiliyor. Yapay habitatın sistemi sürekli bedensel streslerine çözüm bulmaya çalışan bir varlığa dönüşüyor ve bu sonunda onun hayat tarzına dönüşüyor. Habitatın bedeni üzerinde yarattığı bu stresleri teknoloji ve tüketim kültürüyle çözmeye çalışıyor ve zaten büyümeci habitat da tam bunu teşvik ediyor. Bu da tabii daha fazla kaynak israfı demek oluyor. Bu da bizi ikinci olumsuzluğa getiriyor. Bu durumu sürdürebilmek için habitat sürekli büyümek zorunda. Yenilenebilir enerji kaynaklarına dönüşüm daimi artış içindeki karbon ayak izi sorununu görece çözse de, mutlak anlamda enerji tüketimi ve bunun için de daha karmaşık/ileri teknolojiler üretimi azalmadığından, ekolojik ayak izimiz sürekli artarak yerküremizi, içindeki tüm varlıklarla birlikte çok ciddi ekolojik krizlerle ve giderek ciddileşen toplumsal krizlerle karşı karşıya bıraktı. 

Yapay Habitatın Evrimsel Doğallığımıza Aykırılığı Üzerine Üç Örnek

​Yapay habitatın daimi büyümeye kilitlenmesi, bir tür ekolojik kanser habitatına dönüşmesi, iyi kötü tartışmaya açıldı son zamanlarda. Ama bedenlerimizin evrildikleri doğal habitatlarda edindikleri evrimsel yapılarına çok ters olan bu yapay habitatlarda yaşamaya mahkum edilmiş olmaları üzerine, en azından bu kontrolsüz büyüme bağlamında pek konuşulmuyor. Modern toplumun bir mutsuzluk makinesine dönüştüğü iddiaları giderek artıyor ama bunu burada ifade ettiğim tarzda bir habitat sorununa ve dolayısıyla evrimsel doğallıktan uzaklaşmaya bağlayan tartışmalar henüz pek yok gibi. Habitatlarımız sanki doğallarmış gibi kabul ediliyor. O sebeple konuyu biraz daha anlaşılır kılmak için bazı örnekler sunmak istiyorum. 

 

Çalışma, kalabalıklaşma ve üçüncü örnek olarak da en başta cinselliğimiz olmak üzere günlük faaliyetlerimizin önemli bir kısmının geceye, yani karanlık saatlere kayması. Üçü de doğal habitatlarda evrilmediğimiz, bize yapay habitatlarımızın dayattığı, bedenlerimize yabancı yaşam koşulları. Çalışma faaliyetine ilk başta kısaca değindim. Daha ayrıntılı olarak aşağıda tekrar geleceğim  bu konuya. Çünkü yapay habitatın sürmesindeki kritik öneminden dolayı diğer ikisinden çok daha ayrıntılı ele alınmayı gerektiriyor. Kalabalık topluluklarda yaşamakla başlayayım. 

Kalabalıklaşma ve Doğal Grup Büyüklüğü Krizimiz

Hiçbir türde sosyal iletişim kapasitesi sınırsız olamaz. Çünkü altyapının bedende fiziksel sınırı olması gerekiyor. Bunun sosyal alandaki karşılığı grup büyüklüğü. Her türün beyni belli bir grup büyüklüğünü kaldıracak kapasitede ve bu rakam öyle çok büyük de değil. Hatta epey ufak diyebiliriz. İnsanda optimum rakam muhtemelen 70-80 birey civarı ama 150'ye kadar yolu var. Oysa bugün milyonluk kentlerde yaşıyoruz. Nasıl beceriyoruz? Evrildik mi?

 

Bir kere zaten pek başarılı değiliz kalabalıklar halinde yaşamada. Çünkü neredeyse her insan, özellikle erken gençlik yıllarından sonra az'ın özlemi içinde. Tatil sektörü de bunu çok güzel kullanıyor. Kalabalık daha çok cinsel açıdan en aktif yıllardaki tercihimiz. İkincisi de, hayır, evrilmedik, farklı araçlar keşfettik.

 

Çeşitli anlatısal ve teknolojik araçlarla bu kalabalık grupların stres yapıcı etkilerini geçici ve çeşitli bedellerle bastırabiliyoruz. Örneğin, kimlik anlatıları, tarihsel ve kültürel söylemler, mitolojiler, ırkçılık, milliyetçilik vb, yani her tür ayrımcı ve ayıran söylem bu amaca hizmet ediyor. Bugün buna sanal platformlar gibi teknolojileri de dahil ettik. Burada biraz önce kullandığım "çeşitli bedellerle" ifadesini tekrar hatırlatmak istiyorum. Hem toplumsal bedeller: savaşlar, kıyımlar, katliamlar. Hem de ekolojik bedeller: Çok daha fazla kaynak kullanımı. 

Kişisel Yaşamlarımızın ve Cinselliğimizin Gece Saatlerine Sıkıştırılarak Kısıtlanması

Gelelim ikinci örneğe: Gece yaşamı, yani günlük gündüz faaliyetlerimizin çoğunun karanlık gece saatlerine kaymış olması. Bu özellikle günümüz modern toplumlarında tavan yapmış bir dönüşüm. İnsan bir gece hayvanı değil, yani faaliyetlerinin bir kısmını veya tamamını geceleri yürüten bir canlı değil. Hava karardıktan bir süre sonra faal değiliz, uyuyoruz. Özellikle temel faaliyetlerimizi gündüzleri yürütüyoruz. Nedir bunlar? Karnımızı doyurmak, sosyalleşmek ve en önemlisi de cinsel faaliyetlerimiz. En önemlisi dedim, çünkü öyle. Hayatımızın büyük kısmını, gençlik yıllarımızın tamamını, cinsellik düşünerek, cinsel etkileşimler peşinde geçiriyoruz. Bu da çok normal. Çünkü her canlı gibi biz de çoğalmaya evrilmişiz. Maalesef bazı dinlerin işi zor. Evrimi bu alanda alt etmek zor.

Cinsel açıdan faal saatlerimiz, erkeklerle kadınlarınki biraz oynasa da gündüz saatleri ama modern toplumda o saatlerde çalışmak zorundayız. Bu elbette bizi durdurmuyor ama epeyce kısıtlıyor. Cinsellik dışı sosyalleşmemiz de aynı şekilde hem yapay habitat çalışmasının sınırlı ortamlarında hem de geceleri ya da çalışma aralarında olmak zorunda. Daha da olumsuz olan bir durum, yapay habitatın kalabalık dünyasından dolayı birçok seçmediğimiz veya hatta tanımadığımız insanla da sosyalleşmek zorunda kalmamız. Tabii ne kadar olabiliyorsa, çünkü çalışıyoruz. Bu da sosyal ilişkilerde yüzeyselliği ve aldatmayı teşvik ediyor ve zamanla da duyarsızlaşmayı. Kalabalık ortamlarda yaşamak gibi burada da hem toplumsal hem psikolojik hem de ekolojik bedel yükseliyor. Bu bedellerin karşılığı olan zararların etkilerini azaltmak için faaliyetler, kurumlar ve işler icat etmemiz gerekiyor ve tüm bunlar daha fazla kaynak tüketimi demek. Daha doğamıza uygun yaşasak bunlara gerek kalmayacak.

Evrimsel "Başarıdan" Ekolojik İkileme

Ekolojik ikilem tam da burada beliriyor. Evrim bir tür olarak bize ekolojik avantaj anlamında muazzam bir kapasite sağlıyor. Yalnız, bildiğimiz gibi, evrimin hedefi olamaz. Yani sebep olduğu değişiklikleri, ileride nerelere gideceklerine bakarak iyi veya kötü olarak seçemez. İki hedefi vardır evriminin. Enerji temini ve çoğalmak. Hatta ikincisi yegane hedef bile diyebiliriz. Dolayısıyla, her evrimsel adım, aşama, hem yararlı hem de zararlı olabilir. Türün kendisine olabileceği gibi, çevresine, diğer canlılara, ekolojik süreçlere de olabilir. Bu büyük ölçüde zaman meselesi de diyebiliriz. Türlerin artış ve yok oluş süreleri karşılıklı olarak birbirlerini kontrol ettikleri sürece pek bir şey değişmeyebilir ama bir tür herhangi bir sebeple bu düzeni bozarak daha fazla çoğalmaya ve dolayısıyla daha fazla kaynak tüketmeye başlarsa bu mevcut düzen bozulur. Yeni bir düzen oluşuncaya kadar her şey birbirine girer, yok oluşlar öne çıkar.

 

İnsanın "evrimsel başarı"sında da böyle bir sorunun belirdiğini görüyoruz. Evrimsel anlamda diğer türlerin çok önünde ve farklı bir yere, bir kapasiteye ulaşmış olmamızı çok değerli, çok yararlı bir gelişme olarak görebiliriz. Örneğin, kendi habitatımızı yapabilmemiz, ki bu, bazı araştırmacılara göre, nerelere gidebileceğimizle karşılaştırıldığında daha çok başlangıç. İşte mesele de burada karışıyor. Çünkü bu bize olan büyük yarar ekolojik açıdan büyük sorunlara yol açıyor. Bizi güya çok avantajlı konuma getirmiş olan yapay habitat teknolojisi (ve şimdi yapay zeka gibi daha farklı teknolojiler) yerküremizin doğallığına tecavüz olarak yansımaya başladı. Muazzam kaynak kullanımımızla yerküremizde bugüne kadar var olmuş ve bir tür olarak bizim belirmemizi de sağlamış koşulları bozmaya başladık. Tabii bu arada bir tür olarak bizi de. Çünkü bu habitatın sürmesi bizim koşulsuz köleleştirilmemizi, en azından belli şekillerde kontrol edilmemizi de gerektiriyor ve bu da bize zarar veren koşullarda yaşamamız anlamına geliyor. Yani yarar olarak görülebilecek evrimsel "gelişmemiz" bir süre sonra ekolojik açıdan son derece olumsuz yönde çalışmaya başladı. İşte ikilem burada. 

Modern Yapay Habitat

Evrim Nasıl Çalışıyor?  Uyum mu? 

Evrim bu ikilemi göremez. Böyle çalışmıyor. Evrimsel seçilim bir şeyin ilerideki sonuçlarına göre değil, o sıradaki bedensel ve ekolojik streslere göre beliriyor. Beliriyor sözcüğü önemli burada. Çünkü ortada bir şey seçen bir süreç yok aslında. Bir şeyler seçiliyor, öne çıkıyor, türün özelliği oluyor ama seçen yok. Ya da seçen bizim düşünmeye alıştığımız türden bir seçici değil diyeyim. Çeşitli ihtimaller bir şekilde beliriyor ve bunlardan biri veya bir kısmı o türün hem diğer türlerle hem de habitatıyla olan etkileşimlerinde onun varlığını sürdürmesini sağlıyor. Etkileşimlerin özüne indiğimizde de tüm mesele aslında türün kendisini sürdürmesini sağlayacak enerji kaynaklarıyla ilişkisinin tatmin edici bir düzeyde kalması. Buna türün uyum sağlaması diyoruz.

 

Evet, uyum sağlamış oluyor ama aslında hiçbir zaman bilinçli bir uyum sağlama çabası yok. Zaten evrim süreci öyle çalışmıyor ama çalışsaydı bile o tür daha önce de bulunduğu habitatla uyumu yakalamış bir tür zaten. Yani söz konusu özelliği daha önce de habitata uyum sağlamış bir özellikti. Uyumluyken niye başka bir duruma uyum sağlamaya çalışsın? O zaman ne oluyor? Habitattaki rakamsal ilişkiler değişiyor. Bir sebeple söz konusu türün bireylerinin sayısı düşmeye başlıyor ve belli bir eşikten sonra da o tür için stresli koşullar başlayabiliyor. Bunlar da özünde meselenin çoğalma ve enerji temini sorununa bağlandığı stresler. Ama hiçbir türün bunu ön görmesi ve tedbir alması  mümkün değil. Ya da hemen hemen hiçbir türün diyeyim. Çünkü ilk defa insanda bir canlının bu düzeye ulaştığını görüyoruz ama şimdilik insanı tartışmamızın dışında tutalım. Bu durumda hiçbir türün böyle bir becerisi yok. Yine de türün hayatta kalması için kendisini sürdürecek yeni bir dengeye ulaşması gerekiyor.  İşte tam o sırada tesadüfen belirmiş veya uzun süredir saklı ama o güne kadar aktif olmamış bir özelliğin o türün içinde baskın hale gelmesi rakamları tekrar daha olumlu bir yere taşıyor.

Yoksa Rakamsal Oranlar mı?

Sonuçta mesele özelliğin kendisi değil, sebep olduğu rakamsal değişim, bu durumda artış. Ama tam o sırada türün dışında başka bir değişim olur da rakamlar yükselmezse o özellik ne kadar uyumlu olursa olsun o tür yine yok olabilir. Yani eğer uyum kavramını kullanacaksak, mesele rakamsal oranlar, rakamsal uyum. Yoksa teorik açıdan yerküremizdeki türlerin tüm özellikleri bulundukları habitatlara uyumlu. Uyumsuz bir özellik zaten hiçbir zaman beliremez. Mesele hep rakamsal oranlar. Çünkü bu oranlar çok bozulursa tür kendisini sürdüremiyor. 

 

Bunun tersi de, yani bir türün toplam sayısının anormal şekilde artmaya başlaması da hoş olmayan durumlara yol açabilir. Enerji kaynakları tükenebilir veya kişi başına düşen enerji miktarı gerekli düzeyin altına düşebilir. Bu da türün kendi içinde çatışmaya girmesine yol açabilir. Ya da türün aşırı tüketiminden ekolojik parametreler etkilenmeye başlayabilir, hatta beklenmedik iklimsel değişimler veya felaketler belirebilir. Sonuçta en iyi ihtimalle stresli koşullarda yaşamaya mahkum olabilir o tür böyle beklenmedik bir nüfus artışında. 

 

​Bu konunun başında bedensel ve ekolojik stresler ifadesini kullandım. Rakamları değiştiren bu stresler. Stres her zaman birey/organizma üzerinden çalışır. Bir kısmını daha fazla, bir kısmını ise daha az etkiler ama sonuçta türün bireylerinin, en azından bir kısmının, stresten kurtulmak için başlattıkları mücadele sonunda habitatlarıyla ilişkileri değişmeye başlar. Yaşadıkları streslere çeşitli tepkiler göstermeye başlarlar. Rakamlar da bu tepkisel etkileşimler sonunda değişmeye başlar. Sonunda o tür ya başka bir şeye evrilir veya bazı farklı özellikler edinir ya da yok olur.  

Yapay Habitatın Ekolojik Stresle Olumsuz İlişkisi 

​​​Daha önce belirttiğim gibi, insan daha farklı bir tür. Her şeyden önce habitatında onu etkileyen streslerin uzun vadede ne anlama gelebileceğini öngörme ve tedbir alma becerisi var. Bu becerisi 300.000 yıllık varlığının en başından itibaren devreye girmemiş olabilir ama zamanla, özellikle de kendi habitatlarını, yani yapay habitatlar yapmaya başlamasıyla bu becerisinin olduğunu gösteren çeşitli kanıtlar var. Bu anlamda diğer canlılardan, en azından elimizdeki bilgilerden yola çıkarak farklı olduğumuzu görüyoruz. Ama henüz diğer türlerin düşünsel kapasitelerine tam hakim olamadığımızdan bize yakın bazı türlerde de bu becerinin olma ihtimali var. Ayrıca bu becerinin görünürlüğü yapay habitatlarla birlikte artmış olabilir. Muhtemelen yapay habitatların ortaya çıkardığı ekolojik koşullar bu becerinin çok daha baskın şekilde belirmesini sağlıyor. 

 

Yalnız bizi diğer türlerden bariz şekilde ayıran, farklı bir kategoriye yerleştiren bir özelliğimiz daha var: Alet yapabilmemiz ve bunların arasında da son derece karmaşık yapay habitat teknolojisi. Bu özelliğimiz bir yandan bize evrimsel hedeflerimize ulaşmada büyük bir avantaj sağlıyor ama diğer yandan da ekolojik dönüşüm süratini diğer türlerin yakalayamayacakları, evrilmeye zaman bulamayacakları düzeyde arttırıyor. İlk başta bu sürat çok düşük ve bu yüzden de ekolojik stresler daha katlanılabilir düzeyde kalmışsa da, son üç yüz yıldır bu sürat çok arttı ve bugün sadece birçok doğal habitatın ve türün yok oluşuyla değil, yerküremizin çok uzun süredir var olan çeşitli parametrelerinin aleyhimize değişimiyle karşı karşıyayız. 

​​Yapay habitat, bir bütün olarak baktığımızda, bu habitat türünün getirdiği çeşitli evrimsel ve ekolojik streslerin olumsuz etkilerini en azından bir süreliğine bastıran araç ve aletler de sunan bir karmaşık teknoloji. Kendi sürdürülebilirliğini bu şekilde sağlıyor. Yoksa bu koşullara evrimsel anlamda uyum sağlamamış milyonlarca insanın yapay habitatlar için çalışmalarını sağlayamaz. İnsanları bu kalabalık koşullarda bir arada tutmak ve bunun en doğru seçenek olduğuna ikna etmek gerekiyor. Ama bunu yaparken stresleri de en azından geçici süreliğine ortadan kaldırmak gerektiğinden ve bu da yapay habitatın durumunda alet ve araçlarla sağlandığından, aynı streslerin doğal koşullarda yol açabileceği evrimsel dönüşümlerin de önü kapanmış oluyor. 

Burada evrim ile stres arasında çarpık bir ilişkinin belirdiğini görüyoruz. Bir yandan ortaya çıkan streslerin sürekli çeşitli yöntemlerle bastırılması evrimsel ve ekolojik işlevlerini yerine getirmelerini engelliyor. Diğer yandan, yapay habitatın, milyonlarca yılda evrilmiş doğal özelliklerimiz üzerinde ürettiği bu stresler bir türlü yok edilemiyorlar, sadece bir süreliğine bastırılıyorlar. Hatta yeni stresler de beliriyor. Çünkü sürekli büyümeye kilitlenmiş bir habitatla karşı karşıyayız. Bu da sürekli stres bastırıcı yeni yöntem ve teknolojiler bulmayı gerektiriyor. Sonunda yapay habitatın bu işleyişine en uygun ekonomik sisteme ve kültüre dönüştüğünü görüyoruz. Özellikle de son üç yüz yılda. Böylece kapitalizm ve onun tüketim kültürü doğuyor. 

Kapitalist Tüketim Yaşamının ve Tekno-Tüketici İnsanın Belirmesi 

Kapitalizmde Tüketimin Öne Çıkması

​​Bu süreç sırasında iki önemli değişiklik gerçekleşiyor. Birincisi, kapitalizm, zaman içinde, özellikle de son elli yılda, üretim ağırlıklı bir sistemden tüketim ağırlıklı bir sisteme geçiyor. Elbette üretim yine önce geliyor, işin doğası böyle, ama üretimin ana hedefi artık ne olursa olsun tüketimi arttırmak oluyor. Böylece aynı şeylerin ufak farklılıklarla tekrar tekrar üretilmesi veya pek de gerekli olmayan alanlarda üretime gidilmesi kaynak israfını ve ihtiyacını giderek arttırıyor. Burada kapitalizmin insan bedeninin doğal uyaranlarını ve de özelliklerini bu amaçla kullanmayı öğrenmesi de bu dönüşümün ana etkeni oluyor. Artık insanlar uzun evrimleri sırasında bedenlerinin parçası olmuş doğal uyaranları üzerinden tüketime teşvik ediliyorlar. Yani kandırılıyoruz ve böylece bedensel sömürüye yeni bir boyut da ekleniyor. Bu elbette hiç de etik değil. Çünkü kendimizi bundan korumamız, yani özgürce seçim yapmamız çok zor. Çocuklara uyuşturucu satmak gibi bir şey bu.

Teknolojik İnsanın Belirmesi

İkinci olarak da, özellikle bilim-kurgusal anlatılarda karşımıza çıkan siborgları (cyborg'lar) anımsatacak şekilde teknolojik insanın belirdiğini görüyoruz. Alet kullanan insan, bu kullanımı yoğunlaştıkça teknolojisiz var olamayan bir insana dönüşüyor, bedeninin bazı işlevlerini çeşitli teknolojilere aktarıyor veya bu teknolojiler bu becerilerin yerini alıyorlar. Böylece teknolojik insan doğuyor. Tam anlamıyla bir siborg değil bu tekno-insan, henüz değil, çünkü bedensel becerilerimizin yerini alan bu teknolojiler birkaç istisna dışında hâlâ dışımızdalar, henüz tam anlamıyla bedensel parçalarımız olmuş değiller ama yine de burada bir ön (proto) siborg'un belirdiğini veya o yönde bir gidişin olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız bu gelişim kapitalist tüketim kültüründe yer aldığı için bu tekno-insanın tekno'luğunda tüketimi özendiren teknolojilerin  öne çıktığını görüyoruz. Gerçi bunun dışında kalanlar da, yani daha "yararlı" denebilecek teknolojiler de genellikle yapay habitatın yarattığı olumsuz koşulları veya sonuçları düzeltme amaçlı olarak çıkıyor karşımıza. Bunların büyük kısmı sağlık sektöründe çıkıyor karşımıza ama  yapay habitatın sağlıklı halimizi bozan koşulları olmasa bunların büyük kısmına ihtiyacımız olmayacak. 

Tekno-İnsan ve Evrim

Diğer yandan, insanın teknolojiyle bu şekilde buluşması elbette evrimden muaf değil. Ama evrimin bu şekilde devreye girmesini istiyor muyuz, o tartışılır. Çünkü bu sefer daha farklı bir yönde işlemeye aday. Bu teknolojiler uzun evrimimiz sırasında belirmiş becerilerimizin bir kısmının yerine almaya başladıklarından, bu seferki evrim, eğer gerçekleşecekse, artık kullanmadığımız becerilerimizi ortadan kaldırmaya yönelik olacak. Hatta belki de başladı bile. Bu da evrim ama daha çok negatif bir evrim olarak düşünebiliriz bunu; eksilten bir evrim. Kötü olarak düşünmek gerekmiyor bunu ama çok farklı bir sürece doğru gittiğimizi de görmemiz gerekiyor. Ekolojik sonuçları son derece olumsuz olabilir.

 

Burada sorun özellik kaybının kendisi değil. Bu olabilir, özellikler gelir, gider, yenileri gelir. Ama bugüne kadar hep bedenseldi bu özellikler, artık insan ürünü teknolojiler, yani alet ve araçlardan bahsediyoruz. Bunları zamanla bedenlerimizle bütünleştireceğiz. Ama o evreye daha epey olduğunu düşünsek bile, ki o evre kanımca pek de uzakta değil, daha şimdiden bedenlerimiz dışımızdaki teknolojilerin çeşitli fiziksel ve kimyasal etkilerine maruz kalmaya başladı. Sadece biz de değil, diğer canlılar ve genelde yerküremiz de. Bu evrede bile bir evrimsel dönüşümün gerçekleşmekte olduğu söylenebilir.

 

Nereye gideceğimizi şimdiden söylemek zor ama artık böyle bir risk var artık ve maalesef yediğimiz ürünleri çeşitli testlerde geçirmeden piyasaya sunmazken (gerçi her yede değil) teknolojilerimizi bu tür deneme süreçlerinden geçirmeden yaşamlarımıza sokuyoruz. Teknolojilerimiz  bize ve/veya içinde yaşadığımız yerküremize ne gibi zararları olabileceklerine bakılmadan yaşamlarımıza giriyorlar ve bu kapitalizm yüzünden böyle oluyor. Çünkü tüketim sürmek zorunda. Olumsuz etkileri bir yana, ileride tamamen yapay habitat teknolojilerine muhtaç, onlarsız var olamayan, sadece onların sundukları seçeneklere göre yaşayan canlılar olmak istiyor muyuz?  

Sorunun Kökeninde Kapitalist Tüketim Kültürünü Besleyen Mutsuzluk Var

Aşırı Tüketim Sebep Değil Sonuç

​Bugün en başta iklim krizi olmak üzere ekolojik krizlerimizin ardındaki ana sebebin, tüketim temelli modern yaşam tarzımız olduğu, arzulanan sıklıkla olmasa da, artık ifade ediliyor. Ama çözüm hâlâ israfı azaltmak, daha sorumlu ve etik yaşamak şeklinde sunuluyor. Neden böyle bir tüketim var diye sorulmuyor. Eğer tüketim sebep değil de sonuçsa, ki argümanım o, bu durumda sebebe ulaşmak için bir aşama daha geriye gitmemiz gerekiyor.

 

İnsanların belli anlarda daha az kapitalist tüketime yöneldikleri ve alışveriş eğilimlerinin süratle azaldığı görülüyor. Genelde (kendi üzerimizde de deneyebiliriz) yapay habitatın son evresi modern yaşamın sunduğu yaşam ve çalışma koşullarından uzaklaşıp yavaş yaşamın ve doğrudan sosyalleşmenin baskın olduğu ufak gruplarda, diğer bir deyişle bedenlerinin evrildiği doğal koşullarında var olmaya başladıklarında kapitalist tüketimden uzaklaşıyor, böyle bir ağın parçası olmaya ihtiyaç duymamaya başlıyorlar. Muhtemelen geçici bir süre için bile olsa yapay habitatın stres üretici koşulları ortadan kalktığından, tüketim nesne ve faaliyetleriyle bunun getirdiği mutsuzluğu çözme ihtiyacı da ortadan kalkıyor. 

Bu elbette kapitalist tüketim kültürünün tercih edeceği bir çözüm değil. Bu evreye ulaşmış yapay habitat özünde tüketimle beslenen bir kanser hücresi gibi. O yüzden varlığının sürmesi için tüketimin hiçbir şekilde azalmaması gerek. Bu da en iyi şekilde tüketimin psikolojik boşluk doldurucu işlevinin etkin tutulmasıyla, yani insanların stresli yaşam koşullarından kaynaklanan mutsuzluklarının aktif tutulmasıyla başarılıyor. Ne kadar mutsuz olursa bunu gidermek için o kadar tüketime yöneliyorlar. Kapitalizm de sonunda bunun kavrayarak tam da böyle bir sisteme dönüştü.

Yaşam Tarzı Değişikliği Sonucu Değil Sebebi, Yani Habitatı Hedeflemeli

İnsan bugün alıştığımız ve onlarsız yapamadığımız tüketim nesneleri, hatta nesneler olmadan mutlu olabiliyor. Bunda da bir gariplik yok. Diğer canlılar gibi insanın da kendisini mutlu etme kapasitesi olduğunu düşünürsek, bu kapasite haliyle alet ve dolayısıyla nesne üretim ve/veya tüketiminden önce gelmiş olmalı. Yiyecek ve doğada bulunan taş, ağaç vb çeşitli unsurlar dışında mutlu olma / keyif alma amaçlı nesne kullanımı yok. Genelde mutluluk kaynağı olarak sosyal faaliyetlerin öncelikli olduğunu görüyoruz. Bu evrimsel bir özelliğimiz olduğundan da günümüzde bile sosyal faaliyetler rahatlıkla nesnelerin yerini alabiliyor. Bu sırada tüketime dayalı kapitalist yaşam tarzı unutulabiliyor.  

Yapay habitatın son evresi olan kapitalist tüketim kültürünün birlikte var olamayacağı durum da tam bu. Sürmesi için nesnesiz ve nesneleştirilmemiş sosyalleşme ile mutluluk arasındaki bağın engellenmesi, eğer bu tür seçenekler hâlâ varsa bunların da kapitalist tüketim nesne ve faaliyetlerine dönüştürülmesi gerekiyor. Bu olmak zorunda yoksa kapitalist zenginleşme ve kontrol olamaz. Dolayısıyla, bugün geldiğimiz noktada karşı karşıya kaldığımız ekolojik ve sosyal krizlerimizin çözümü de ilk önce kapitalist tüketim kültürünün bu yapısıyla mücadele etmekten geçiyor. Kapitalist yapay habitatın bir yandan mutsuzluk koşulları yaratıp sonra da  mutlu eden nesne ve faaliyetlerle bu sorunu güya çözüyormuş gibi yapmasının önüne geçmek gerekiyor. Yaşam tarzımızı değiştirmeliyiz derken amaç bu işleyişin sona erdirilmesi olmalı. Çünkü bu işleyiş kapitalist zenginleşmeyi mümkün kılarken aşırı kaynak tüketimi yüzünden ekolojik, çevresel ve sosyal sorunlara da yol açıyor. Ancak bu başarıldığında aslında sebep değil sonuç olan kapitalist tüketim ve kaynak israfı da ortadan kalkacaktır. Ama bu pek o kadar kolay değil maalesef. ​

Kendimizi zorlayarak tüketimden vazgeçmek, büyük kısmımız için çok zor. Kapitalist tüketimin pazarlama süreçleri artık bedenlerimizin uzun bir evrim sonunda gelişmiş doğal uyaranlarını kullanıyorlar. Buna karşı mücadele etmek imkansız olmasa da çok farklı bir bilinçlenmeyi gerektiriyor. Eğer su sesi veya görüntüsü bizi doğal olarak mutlu ediyorsa, ki neredeyse tüm insanları ediyor, artık o sesin veya görüntüsünün hangi bağlamda karşımıza çıktığına bakmamız gerekiyor. Yani bir dere kenarında mı duyuyoruz, yoksa sosyal medyada bir ürünle birlikte mi  çıkıyor karşımıza? Bu da maalesef daha şüpheci olmamızı gerektiriyor.

 

Yani artık hiçbir şey masum değil, su sesi sadece su sesi değil. Psikolojik ve fizyolojik açılardan hassas olduğumuz tüm özelliklerimizden satış yapmak için yararlanmaya çalışan bir sistemin, bir işleyişin var olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkartmamamız ve bununla mücadele etmemiz gerekiyor. Bir kısmımız aşı veya içimize çip yerleştirilmesi gibi, büyük ölçüde aslı astarı olmayan hayali yöntemlere isyan ederken, asıl tehdidin görüntüler ve seslerle geldiğini fena şekilde atlıyorlar. Hatta bu hayali bedensel ihlal söylemlerinin hedef saptırma veya kendimizi kandırma amaçlı olduklarını da düşünebiliriz.

Bugünlerde sık sık kez telaffuz edilen ve ara sıra da uygulanan firma boykotları da ilk bakışta olumlu gözükseler de aslında tam olarak bu işleyişi hedeflemiyorlar ve hedeflemedikleri gibi aslında sistemle uzlaşma arayışında olan uygulamalar. Eğer gerçekten bu işleyişi yaratan koşullar ortadan kaldırılacaksa, bunları yaratan habitatın kendisi hedef alınmalı ve boykotlar mevcut yaşam koşullarına muhalif, onları reddeden ve dönüştüren mini karşı habitatlar şeklinde örgütlenmeli. Tabii bu işleyişi ve kendine özgü tüketimi de özendiren yeni çağ kaçış habitatlarına dönüşmeden. Ama ilk önce kapitalist tüketim kültürünün işleyişini kavramamız gerekiyor ki, yapay habitatın ulaştığı bu evrenin bedenlerimiz üzerinden nasıl çalıştığını kavrayabilelim.

Bu amaçla önce kapitalizmin artık çok yaygın olarak kullandığı bedenimize nüfuz etmenin yolu olan doğal uyaranlarımız konusuna gireceğim. Sonra da tekrar şu sürekli yücelttiğimiz çalışma faaliyetinin yarattığı stres koşullarına geri döneceğim.  

Mutluluk ve Doğal Uyaranlar

Mutluluğun Bedenselliği

Mutluluk özünde bedensel bir süreç. Bir ucunda o sırada mutlu olmamızı sağlayan şey var. Bu bir nesne de olabilir, bir faaliyet de. Diğer ucundaysa harekete geçirdiği bedensel süreç. Bu uyaran, eğer olumlu bir şeyse, bizde bir haz, bir keyif duygusu uyandırıyor. Olumsuzsa tam tersi oluyor. Olumluyu olumsuzdan bu şekilde ayırıyoruz. Tabii eğer olumluysa arkasından bir rahatlama da geliyor ve kendimizi her şeyden önce güvende hissediyoruz, savunma durumuna geçmemize gerek olmadığını anlıyoruz. Ama eğer tersi söz konusuysa, o zaman beden alarma geçiyor ve o şeyi ya da o davranışı terk ediyor, hatta süratle oradan uzaklaşıyoruz. 

 

Bedenin böyle bir işleyişe ihtiyacı var. Çünkü bir şekilde olumluyu olumsuzdan ayırması gerek. Yoksa ömrü çok kısa olur. O yüzden dışındaki şeyin veya yürüttüğü bir faaliyetin olumlu veya olumsuz olduğunun bilgisine süratle ulaşmalı. Örneğin, gözümüz bir şey gördü, bununla ilgili ne yapacağız? Diyelim bir meyve? Daha önce bize keyif verdiğini biliyorsak, yani bizi mutlu ettiyse tekrar yeriz bu meyveyi ama tersiyse uzak dururuz. Mutluluk sözcüğüyle tanımladığım süreç bize burada yardımcı oluyor. Bir şeyi görmek, kokusunu almak, sesini duymak vs yeterli değil. Bedenin bunlara değer biçmesi gerek. Olumlu veya olumsuz şeklinde. Bu da yine bazı bedensel süreçlerin harekete geçirilmesiyle olabilir ancak. Mutlu olup olmama işte bu süreç. Keyif veriyorsa olumlu, strese sokuyorsa olumsuz. 

Peki, beden nereden biliyor bir şeyin olumlu veya olumsuz olduğunu. Eğer bir şekilde bu sürecin yapayını tasarlayacaksak, her halde en kolay yöntem her şeyi baştan olumsuz kabul etmek ve olumlular çıktıkça bu listeyi değiştirmek olurdu. Tersi organizma için ciddi hayatta kalma sorunlarına yol açabilir. Beden de pek farklı davranmıyor. Örneğin, karanlıkta, kendi ortamımız dışında duyacağımız seslerin neredeyse hepsini olumsuz kabul edip bir yaprak hışırtısında bile panik oluyor ve alarma geçiyoruz. O sesi defalarca duysak da ilk tepkimiz gardımızı almak oluyor. Çünkü artık genelde güvenli ortamlardaysak da yüz binlerce yıl boyunca bazı hışırtılar ölümü getiriyordu. Bunun önüne geçmek için her hışırtıya potansiyel tehlike tepkisinin gelişmesi gerekiyordu.

Doğal Uyaranlar

Tabii tüm sesler potansiyel tehlike demek değil. Yırtıcı hayvan sesi bizi strese sokup tedbir almamıza yol açarken su sesi de aksine bizi mutlu eden, saatlerce dinleyebileceğimiz, bizi neredeyse büyüleyen bir sestir. Çünkü su hayatta kalmamızı sağlar. Artık su kaynağı aramamız gerekmiyor ve ortalıkta vahşi hayvan tehlikesi de yok ama bu iki ses de bedenlerimizde hâlâ kayıtlı. Neden? Çünkü bu sesler on binlerce, hatta yüz binlerce  yıl içinde var olduğumuz doğal habitatlardaki evrimimiz sırasında bedensel parçalarımız olmuşlar ve henüz son on bin yıllık yapay habitat yaşamımız bunları bedenlerimizden söküp atamamış. Zaten atamazdı da, çünkü bunları görece gereksizleştiren "güvenli" ve "istikrarlı" ortamlara daha son birkaç yüzyıldır ulaştık.

 

Bu sadece seslerle ilgili bir durum değil. Şekiller, görüntüler, renkler vs gibi geçmişte doğal ortamlardaki yaşamımızdan bedenlerimize geçmiş çok geniş ve zengin bir donanım söz konusu. Bazı renkler diğerlerinden daha fazla mutlu ediyor bizi. Ya da üzerimizdeki etkileri çok daha güçlü diyeyim. Örneğin yeşil. O da yiyecek ve suyla ilgili bir renk bizim için. Artık bunların karşılığı olan doğal habitatlarda yaşamıyoruz ama ilginç bir şekilde hâlâ çok etkililer. Bir su kenarına gittiğimizde, hele bir de akarsuysa, çok keyif alıyoruz. Meydanlara çeşmeli havuzlar eklemek de bu yüzden çok işe yarıyor.

Yapay Uyaranlar

Artık çok daha farklı uyaranlar arasında yaşıyoruz. Sesler, kokular, görüntüler hepsi çok farklı, neredeyse büyük kısmı evrimsel anlamda içselleştirmediğimiz sesler. Yapay habitat bedenlerimizin repertuarında olmayan uyaranlarla dolu ve bunların çoğuna olumsuz tepki gösteriyoruz. Bizi sıkıyor, strese sokuyorlar. Kaynaklarının olumsuzluk içermediği durumlarda bile rahatsız oluyoruz. Çünkü bedenlerimize yabancılar, bizde mutluluk anlamında olumlu karşılıkları yok ve bu yüzden de bu uyaranları ilk anda olumsuzluk olarak algılıyoruz. Alışsak bile bu uyaranlara çoğu kez doğal uyaranlar kadar mutlu etmiyorlar bizi; en iyi ihtimalle nötr bir tepki gösteriyoruz.

Bir gün yapay yapay habitat uyaranlarına da doğal habitat uyaranları gibi evrilecek miyiz, şimdiden bir şey söylemek zor. Hiçbir zaman böyle bir evrim gerçekleşmeyebilir de. Örneğin, bir marketin görüntüsü veya onunla ilişkili sesler veya renkler bizde yeşil rengin tetiklediğine benzer mutluluk duygusu uyandıran bir uyarana dönüşecek mi? Bu tip görüntülere şimdiden duyarlılık kazanmış olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir market görüntüsüne, özellikle açsak, epey duyarlıyız aslında. Ama bu evrimsel bir süreç yoluyla yeşil renk gibi bedenimizin bir parçası mı, o henüz gerçekleşmemiş gözüküyor. Zaten bu tür yapay habitat nesneleri arzularımızı alışverişe, yani tüketime yöneltmek için hâlâ doğal uyaranlarımızla paketleniyor, onlardan yararlanılarak tasarlanıyorlar. O yüzden bir evrim olacaksa da bu bizi doğal uyaranlarımızdan pek uzaklaştırmayacak gibi gözüküyor. Ama daha da önemlisi süre. Doğal uyaranlarla geçmiş dönemimiz yüz binlerce ve bazılarında milyonlarca yıllık sürelere karşılık gelirken, yapay habitat dünyasındaki giderek artan değişim hızından dolayı hiçbir uyaran bu kadar uzun süre ortalıkta kalmıyor. Hatta teknolojinin giderek her şeyimize hakim olmaya başladığı bir gün bu uyaranların işlevlerini büyük ölçüde yitirdikleri bir dünya bile belirebilir. Ama henüz orada değiliz. Hâlâ doğal uyaranlarımızın etkili olduğu bedenlerde yaşıyoruz. 

Doğal Uyaranların Süren Önceliği

​​Bu durum, yapay habitatın bedenlerimizi zorlayan koşulları dikkate alındığında (birazdan o konuya daha ayrıntılı gireceğim) sorun yaratıyor. Yapay habitatın hiçbir nesne veya faaliyeti bu tür uyaranlara dönüşemediklerinden mutlu olmamızın yegane yolu hâlâ bu doğal uyaranları bir şekilde kullanmamızı gerektiriyor ve sık sık yapıyoruz da bunu. Çok bunaldığımızda doğal uyaranlarla buluşacağımız ortamlara kaçıyoruz ya da kendimize bu doğal uyaranlarla donatılmış yaşam alanları yapıyoruz. Örneğin, evlerimizi içsel ve dışsal donatırken. Yeni aldığımız veya yerleştiğimiz bir evin bomboş bahçesini ağaçlarla donatarak veya dairemizin içine çeşitli çiçekler taşıyarak veya duvarlarımızı çeşitli şekillerde dekore ederek. 

 

Bunu farkında olmadan, doğal olarak yapıyoruz. Çünkü eninde sonunda bu doğal uyaranların getirdiği tatmini arıyoruz. Bir şekilde mutluluk hissini yaşamak zorundayız; olumlu tepkiler üretemediğimiz bir dünyada yaşamamız mümkün değil. Bu da ancak içselleştirdiğimiz doğal uyaranların tetiklenmesiyle olabiliyor. Bir kısmımız bundan rahatsız olabilir, modern yaşamın bize sürekli dayatmaya çalıştığı kendi bedenimizin ve dolayısıyla kendimizin yegane hakimi olduğumuz düşüncesinden dolayı. Ama tam öyle değil işte. Bu tabii tam bir bağımlılık ilişkisi olarak da yorumlanmamalı. Görece bir bağımsızlık mümkün, eğer doğal işleyişlerin nasıl yürüdüğünü kavrarsak. Neyse konuyu dağıtmayım.   

Bizim bu doğal eğilimimizi farklı sebepler için kullanmak da mümkün. Yapay habitatın stresli çalışma koşulları bu şekilde daha keyifli hale dönüştürülebilir. Ya da daha ileri gidilip belki pek ilgilenmeyeceğimiz birçok nesne ve faaliyet bize bu şekilde satılabilir, tükettirilebilir. Yani doğal uyaranlarımız, dolayısıyla bedenlerimiz düzeni besleyen kaynaklara dönüştürülebilir. Belki hiç yemeyeceğimiz veya içmeyeceğimiz bir şey doğru renklerle bize tükettirilebilir. Ya da çeşitli faaliyetlere çok paralar ödeyerek katılabiliriz sırf bizi mutlu edecek doğal uyaranlarla tasarlandıklarından. 

Doğal Uyaranlarımızın Sömürülmesi

​​Burada ilk bakışta bir sorun görünmeyebilir. Yaşamlarımızı bu şekilde güzelleştirmenin neden kötü olsun? Olmayabilirdi, eğer bu bir sömürü aracına dönüşmeseydi, eğer sadece bu yapay habitatı bu şekilde daha dayanılır, daha keyifli hale getirmek için kullansaydık bu bilgiyi. Ama tam öyle değil durum. Yüzlerce şirket, kapitalizm dediğimiz bu sistem bunu para yapma aracına dönüştürüyor ve böylece bir yandan pek de ihtiyacımız olmayacak nesnelerin ya da aynı nesnelerin farklı adlar altında tekrar üretilmelerine bir yandan da yerküresel kaynakların ziyan edilmesine yol açıyorlar. Bir türlü optimum kaynak kullanımına gidemiyoruz, çünkü herkes bu şekilde para yapmak istiyor. Diğer yandansa, doğal uyaranlarımız sürekli böyle bir sömürüye tabi kaldıklarından genel ve tehlikeli bir duyarsızlaşmayla karşı karşıya kalıyoruz. Bir süre sonra bu doğal uyaran bombardımanı bizi strese sokmaya başlıyor. Ya kendi kabuğumuza çekiliyoruz ya da bu işleyişin duyarsız bağımlılarına dönüşüyoruz.

 

Görüldüğü gibi, doğal uyaranlarımız üzerinden muazzam bir sömürü söz konusu. Bu ilk başta ancak çok basit şekillerde yapılabilirken, bugün teknolojinin ulaştığı düzey bu sömürünün biz hiç farkına varamadan yürümesini mümkün kılmaya başlamıştır. Algılayamadığımız görüntülerle veya yine açıkça farkına varmadığımız özelliklerimizin kullanılmasıyla daha farklı manipülasyonlara açık hale geldik. Yapay zeka teknolojisi bunu muhtemelen çok daha üst düzeylere taşıyacak. Artık her teknolojik gelişim ne kadar para kazandırır düşüncesiyle üretilir oldu. Sonuçta bedenlerimizin sadece fiziksel değil psikolojik olarak da sömürüldüğü bir dünyaya dönüştü yapay habitat. On bin yıl önce ihtiyaçlarımız için genleriyle oynayarak evcilleştirdiğimiz hayvanlardan pek de farklı durumda değiliz artık. O yarattığımız habitat sonunda dönüp bizi de aynı şekilde evcilleştirmeye başladı. Şimdi biraz da yapay habitatın en temel özeliği olan çalışma faaliyetine bakalım.  

Sürekli Çalıştırılan Bedenlerimiz

Tekrar hepimizin normalleştirdiği ama bugüne kadar doğallığımıza aykırı olmuş ve muhtemelen olmayı sürdürecek çalışma  faaliyetine dönüyorum. Çalışma, bizim yaptığımız şekliyle, yani kendi kurduğumuz habitatı ayakta tutmak için yapılıyorsa, sadece bizim değil, büyük ölçüde tüm canlıların doğallığına aykırı. Böyle bir yaşam şekli yok doğa habitatlarda; olması mümkün değil. Ya da daha doğru bir deyişle, böyle bir çalışma şeklinin olması, organizma üzerinde çeşitli stresler yaratmadan mümkün değil. Çünkü sonuçta böyle bir çalışma şekli olabiliyor, en iyi örneği biziz, ama çoğu kez yüksek bir olumsuz bedelle geliyor bu. Bu yüzden de eğer bugün karşı karşıya kaldığımız ekolojik krizleri anlamak ve çözmek istiyorsak en başta yapay habitata özgü çalışmayı ele almamız gerekiyor.

 

Yerleşik yaşamla birlikte başlıyor bu şekilde çalışma. İlk başta büyük ölçüde masumane ve olumsuz karşılığı epey düşük bir uğraş olarak beliriyor. Ama bir süre sonra bir dönüşüm beliriyor ve bu faaliyeti bazıları diğerlerinden daha fazla yapmak zorunda kalıyorlar; çalışmanın içinde eşitsiz ilişkiler beliriyor ve o andan itibaren de çalışmanın olumsuz karşılığında artış görmeye başlıyoruz. Zamanla bu bazıları ve diğerleri arasındaki eşitsizlik ilişkisi çalışan bazılarını aleyhine değişmeye başlıyor. Bu grup zamanla büyüyerek çoğunluğu oluşturduğu gibi, olumsuz bedelin de büyük kısmı, yani her türlü stres, onların sırtına biniyor. Sonunda yapay habitatın doğal habitatlardaki diğer kaynakları gibi onlar da aynı habitatın, onu ayakta tutan bir kaynağına dönüşüyorlar. Burada bu sürecin tarihine girmeyip ileriye sarıp yapay habitatın ulaştığı en son evreden, modern kapitalist yaşamın dayattığı çalışma şeklinden başlatacağım tartışmayı.

Günde 8 Saat Çalışma Neye Karşılık Geliyor?

​​Meşhur sekiz saatten başlayalım. Büyük kavgalarla edinilmiş sekiz saatlik günlük çalışma hakkı. Bir de kavgasını ettiriliyoruz, bedenlerimize son derece stresli bu faaliyet için. Ulaşım ve işe hazırlanmayı da dahil edelim, günde en az on saat. Çalışma sonrası gevşemeyi de ekleyin, çünkü hemen başka bir faaliyete geçemiyoruz, rahatlıkla on iki saati buluyor. Tüm gün gidiyor aslında. Bunu haftada beş, bazılarımız için de altı günle çarpalım. Bu haftalık çalışma süremiz. Yaşam boyu. Peki, emekliliğe kadar diyelim. Emeklilik ne zaman? Yaşamımızın en önemli kısmı gençliğimiz geçtikten sonra, aşağı yukarı 45 - 50 yıllık bir süreden sonra. O zamana kadar, tatil ve bayramlar hariç, her sabah yaşadığın binayı terk edip günün büyük kısmını geçireceğin başka bir binaya, oradaki odana, masana veya daha farklı başka bir mekana geçiyorsun, bütün gün bağlı kalacağın yerine. Kendi işletmen de olabilir, fark etmiyor. Bu rutine uymak zorundasın, bu modern yaşamsal rutine.

 

Eğer işin açık havada değilse, içerdesin, kapalı bir mekânda. Çoğunluk türlü türlü teknolojik nesnelerle iç içe, büyük ölçüde onların parçası olarak. Bir de çevrenden geçen çeşitli enerji kaynakları, bunların kısmen veya tamamen bedenine olumsuz etkide bulunan ses ve dalgaları. Çalışma koşullarının bedenin üzerindeki fizyolojik, psikolojik ve sosyal yük ve baskıları da cabası. Sonuçta öyle veya böyle bütün gün, kendine değil bir sisteme çalışıyorsun, işlevi, bu yapay habitatı ayakta tutmak olan bir sisteme. Sistemi sürdürmek zaten bir sorun, ama bir de  fizyolojik, psikolojik, sosyal ve unutmayalım, ekolojik bedeller ödüyorsun.

Ancak akşamları ve hafta sonlarını kendine ayırabiliyorsun, ancak o zamanlar stres atma şansın var. Stres atmak demiyoruz buna gerçi. Sosyalleşme ve eğlence zamanı oluyor günümüzün bu parçası. İlginç bir şekilde bu bir de sanki bir ödülmüş gibi pazarlanıyor bize. Oysa sisteme çalışmayı sürdürebilmemiz için bu stres atma şart, başka türlü nasıl çalışabiliriz bu koşullarda. Dolayısıyla günümüzün bu kısmı da aslında sistemin dayattığı çalışma faaliyetinin bir parçası, ertesi güne kadar aldığımız bir mola. Bu aralar da çoğunluk gün bitimi ve gece saatlerinde. Kendimize ait gündüz saatlerimiz bir tek hafta sonları. Bizim seçtiğimiz kişilerle ve nispeten seçtiğimiz şekillerde geçireceğimiz gündüz saatleri. 

Bu hesaba göre, çalışma hayatına başladıktan sonra haftada iki günümüz var kendimiz için, eğer cumartesileri de çalışmıyorsak. Bir de yıllık izin var, "tatil". En tatilci ülkelerde bile en fazla otuz günlük bir süre. İstisnalar olabilir, ben otuz gün kabul edeceğim. Şimdi bu tatil günlerini yılın kalan haftalarına dağıtalım. Kabaca yarım gün daha geliyor ve kendimiz için ayırdığımız gündüz saatleri haftada iki buçuk güne çıkıyor. Yaklaşık 40 veya 50 yıl haftada iki buçuk gün ve buna zorunlu ihtiyaçlarımıza ayırdığımız süre de dahil. Yani o iki buçuk gün sadece kendimiz için değil. Sistemi ayakta tutmak için kullandığımız bedenimizin ve yaşam alanımızın  ve bazen de araçlarımızın da ihtiyaçları var. Kısacası bakım ve o da bu süreden geliyor. Çeşitli fizyolojik ve psikolojik sebeplerle yaşadığımız sağlık sorunları için doktor ziyaretlerini de unutmayalım. Ha bir de yeni bireyler yetiştirmemiz gerekiyor. Ufaklıklarla yakından ilgilenmek istiyorsak, ki gerekiyor, o da bu süreden geliyor. 

Kalan kısma gelelim. Dört buçuk gün. Burada uykuya ayırdığımız süre de var ama diğerinde de var. Dört buçuk gündüz diyelim o zaman. Diğeri de iki buçuk gündüz olsun. Bir de iş sonrası zaman var. Ama o genelde karanlık saatlerde ve çok kısa. Hem çalışma sonrası gevşemeye gidiyor bir kısmı hem de eğer uzatmak istersek bu süreyi, uyku saatimizden, yani sağlığımızdan  yiyoruz. Gençken oluyor da bu performans, yaş ilerledikçe, çok da sürmüyor, otuzların ikinci yarısından itibaren eve kapanmaya başlıyoruz ve sosyalleşmemiz de böylece azalıyor. Gerçi sosyalleşmemizin önemli bir kısmı bu çalışma saat ve mekanlarında ve buralarda çalıştığımız kişilerle olduğundan, başka yolu da yok zaten bu koşullarda, yine de emekliliğe kadar belli çarpık bir düzeyde yürüyor. Çarpık, çünkü genelde pek değişmeyen ortam, kalıp ve kişilerle, bu da sosyalleşme de çeşitliliği ve dolayısıyla en önemli yararını yok ediyor.  

Sadece Emeğimizden Değil, Yaşamımızdan da Çalınıyor

​​Ayrılmayayım konudan, sosyalleşmeyi sonra tartışırız, şu anda üzerinde durmak istediğim, bu ikisi arasındaki oran. Kendimize ayırdığımız zamanın neredeyse iki katı başka bir şeye gidiyor. Seçmiyoruz da bunu, alınıyor bizden. Ben burada Marksist düşüncenin artı emek hesabında, yani emeğimizin kaçta kaçına kapitalist el koyuyor ve bize ne kalıyor argümanında değilim. Marx bunu kapitalizm eleştirisinin merkezine yerleştirmişti ve uzun süre kapitalizmle ilgili en büyük sorun olarak sadece bu görüldü. Önemli de ama böyle tek başına sorunun merkezine yerleştirilince sanki bu sorun çözülürse kapitalizmle ilgili sorun da çözülüyormuş argümanına geldik. Çözüm de aradaki eşitsizliğin daha sürdürülebilir, daha tahammül edilebilir hale getirilmesi olarak sunuldu; yoksa tamamen giderilmesi değil. Ama ortada, genelde atlanan, son derece önemli başka bir el koyma daha var: emeğimizin ötesinde bir de sistemin yaşamımızın önemli bir kısmına el koyması ve bizi bir de bu şekilde sömürmesi. Gerçi Marx bu konuya da girdi yabancılaşma başlığı altında ama emeğe ve bir bakıma çalışmanın zorunluluğu ve yüceliğine verilen öncelik arasında bu, arada kayboldu. Kavganın buraya gelmesi kapitalistlerin de işine geldi açıkçası.

 

Oysa buradaki kaba hesaba göre yaşamınızın yüzde 64'üne, yani neredeyse üçte ikisine el konuyor. Bu rakam bugün, son tüketim alışkanlıklarımızla, özellikle de yanımızdan ayırmadığımız telefonlar  yüzünden, daha da yükselmiş durumda. Çünkü artık kendimize ait olan, olması gereken zamanda da çalıştırılıyoruz ve çoğu kez farkında değiliz de. Böylece bu rakam üçte ikiyi epeyce aşıyor. Daha da kötüsü, hani çalışma çıkışı güya kendimize ayırdığımız o zamanlarda da, buna hafta sonunu ve tatillerimizi de ekleyebiliriz, hâlâ tamamen istediğimiz gibi değil de bize sunulan seçeneklerden seçerek yaşıyor ve karşılığında yine emeğimizden ödüyoruz ve böylece bu sürelerde bile yapay habitatın tüketim sarmalına katkıda bulundurularak aslında çalışmaya devam ediyoruz. 

Modern Yaşam Bir Çalışma Kampı mı?

Özgürlüğümüz İçin Çalışıyoruz

Tesadüfen mi bu durumdayız? Bu basit bir hata, basit bir yoldan sapma mı? Bizim seçimimiz mi? Yoksa dayatılmış mı bizi? İkisi birden de olabilir  sanırım. Bir parça ve bir bakıma seçmişiz ama seçimimiz bir süre sonra kendini dayatan bir şeye dönüşmüş. Seçtiğimiz ve kısmen yarattığımız bu habitat türü sonunda dönüp bizim efendimiz olmuş. Tutsağı olmuşuz bu en başta bizim başlattığımız yapay habitatın, dünyanın. Sonunda bir tür çalışma kampına dönüşmüş ama sinsi bir kampa, çünkü bu kadar eziyete rağmen bir şekilde bunun en güzel ve tek seçenek olduğuna ikna etmiş bizi.

Özellikle bugünkü modern uygarlığımız tam bir çalışma kampı. Haydi kamp fazla oldu diyelim  ama kesinlikle çalışma üzerine kurulmuş bir yaşam. Kötü mü bu diyenler çıkabilir. Kötü herhalde ki, çalışmayı gerçekten erdem olarak gören ufak bir azınlık dışında herkes büyük bir özlemle bu çalışma hayatlarının sona erip emekliliğin gelmesini bekliyor. Belli ki hoşlanmıyoruz. Peki,  emeklilik ne oluyor? Serbestlik, maaşlı serbestlik diyebiliriz. Sözcüğün kendisi, en azından Türkçede, emeğe vurgu yapıyor. Emekli de muhtemelen emek vermiş, çalışmış olan oluyor. Biz artık yaşamının geri kalanında çalışmasına gerek olmayacak, çalışmadan muaf kişi olarak anlıyoruz. Yani artık çalışma yükümlülüğünden azat edilmiş, serbest kişi. Nihayet özgür olmak.

 

Sözcük doğrudan bunu söylemiyor ama düşünecek olursak bunu yapıyoruz. Özgürlüğümüz için çalışıyor, onun bedelini ödüyoruz. Tıpkı eskiden kölelere bazı toplumlarda tanınmış özgürleşme seçeneği gibi. Emek kökünden yarattığımız bir sözcüğü kullanarak asıl olup bitenin üzerini örtüyoruz. Emek verdin, bu senin hakkın, ödülün diyoruz ama aslında hepimizin bildiği gibi, bir gün bitecek ve istediğim gibi yaşayacağımın hayaliyle çalışıyoruz. Aslında bir alışveriş var burada ama garip bir alışveriş bu, baştan reddetme seçeneğiyle gelmiyor. Bir şekilde reddetmeyi başarsak bile sonuçları çok zorlaştırıyor yaşamayı. Hele modern yaşamın bugün geldiği noktada yaşayamamak gibi bir şey oluyor, hiçbir şey yapamıyorsunuz.

Sözleşmeli Kölelik mi? Sözleşme? Var mı ki Sözleşmemiz?

Böyle olunca olay bir anda değişiyor. Baştan bir seçenek olarak sunulmadığı için yapay habitat çalışma tarzı (yapay habitat için çalışmak) bir köleliği daha çok andırıyor. Çalışman şart, ötesi yok, ancak yeterince çalışır ve kendine gerekli kaynakları oluşturabilirsen, sağladığın kaynaklar kadar özgür olma hakkını elde ediyorsun. Yaşamını baştan kendi keyfine göre yürütmen mümkün değil, çünkü kaynaklara baştan el konulmuş. Bunlardan yararlanmak istiyorsan çalışacaksın ve bunu bu düzene sadık şekilde, kurallara uyarak yerine getirebilirsen sonunda emeklilikle ödüllendiriliyorsun ve o baştan beri olması gereken serbestliğe, özgürlüğe, gerçi hâlâ çeşitli kısıtlamalarla olsa da ulaşıyorsun. Aslında emekli yerine bu durumu anlatan daha farklı bir sözcük kullanılması gerekiyor burada.

 

Türkçeye sözleşmeli kölelik olarak çevrilen (sözleşmeli veya borçlandırılmış hizmetkar da olabilir) İngilizce "indentured servitude" sözcüğü daha uygun gözüküyor. Sözcüğün tarihsel kökeninde Amerika'nın Avrupalılar tarafından keşfinden sonra oraya daha iyi bir yaşam için göç etmek isteyenlerin, gidiş bedeli olarak uzun bir süre ücret olmadan sadece yeme, içme ve barınma karşılığı çalışmalarını gerektiren sözleşme türü var. Aynı duruma meslek öğrenmek için yeme, içme ve barınma karşılığı çalışmada da rastlıyoruz. Bizim dünyamızdaki çalışma şeklinin bundan farklı olduğu ileri sürülebilir. Çünkü bir ücret söz konusu. Ama yeme, içme, barınmayla uğraşmak yerine ücret verip bunları ücreti alanın sorumluluğuna dönüştürmek çok da değiştirmiyor olayı. Hatta daha da kötüleştiriyor. Hem bunların sağlanması ve lojistiğiyle uğraşıyoruz hem de o ücret için mücadele etmemiz gerekiyor. Çünkü o ücret her zaman yeterli olmayabiliyor, her zaman gerekli yeme, içme ve barınmayı getireceğinin garantisi yok. Ama güya seçenek olarak tanımlanan bu ücret meselesine takılmayalım, çünkü burada üzerinde durmamız gereken bu değil, daha iyi bir yaşam vaadi. Bu alışverişin ardındaki amaç bu. Kişi bu sebeple borçlanıyor ve sözleşme bunun için yapılıyor. Aslında sözleşme bir tür senet; birey, daha iyi bir yaşam vaadine karşılık borçlanıyor, belli bir süre çalışmayı kabul ediyor.

 

Sonuçta sözleşmeli kölelikten daha kötü bir durumla karşı karşıyayız aslında. Bir kere ortada seçilen bir sözleşme yok. "Hayır, ben daha iyi bir yaşam için bu sözleşmeyi yapmak istemiyorum, alıştığım gibi yaşayacağım" deme seçeneğimiz yok; baştan böyle bir sözleşme ilişkisine girmiş kabul ediliyoruz. Amerika örneğinde bir seçim var; söz konusu birey bu seçeneği istiyor. İkincisi erken modern çağda Amerika örneğinde gördüğümüz bu sözleşmeli kölelikten çok daha uzun bir süre söz konusu; orada beş, altı yıl çalışmak gerekirken burada etkin/aktif yaşamımızın herhalde tamamında çalışıyoruz. Üçüncüsü, yine Amerika örneğinden farklı olarak ödül sadece bir ücret ve eğer becerebildiysek bu süre içinde yapabildiğimiz birikimimiz, kendimiz için ulaşabildiğimiz ve istediğimizi yapabilme arzumuzu tatmin edecek kaynaklar ama bu ikincisini büyük kısmımız beceremeyebiliyor. Çünkü burada da kapitalistçe ücretlendirilmiş  bir rekabet var. Son olarak da çoğumuzun fark etmediği en önemli ayrıntı, bu ilişkinin serbest kalma, özgürleşme ama istediğin gibi yaşama özgürlüğü arzu ve hayaline bağlanmış olması. Bu sonuncu çok önemli. Yapay habitat bu sayede yürüyor: sistem için çalışmayı özgürleşmeyle birleştirerek, özgürleşmeyi satın alınması gereken bir şeye, bir metaya dönüştürerek. Zaten özgür başlamamız ve sürdürmemiz gereken yaşamı tersine çeviriyor; özgür olmayı, serbestçe yaşamayı kazanılması, emek verilmesi gereken bir şeye, satın alınması gereken bir hedefe ve sonuçta olması gereken bir haktan bir ayrıcalığa dönüştürüyor.  

Gerçek Bir Sözleşmenin Olmamasının Biyolojik/Fizyolojik Sonucu

Yalnız bu ilişkinin bir de biyolojik/fizyolojik boyutu var. Biz ne kadar bu ilişkiyi normalleştirsek de bedenimiz anormalliği hissediyor, bu şekilde çalışmanın rahatsız ediciliğini, yarattığı stresleri yaşıyor. Zaten serbest kalma, özgürleşme ve hatta bu durumdan kurtulma arzusu da bu yüzden beliriyor. Yukarıda bahsettiğim Amerika örneğindeki sözleşmeli kölelik veya benzerlerinde durum farklı. Burada belli bir süre için kabul edilen bir sözleşme, bilinçli bir katılım var. Böylece beden bu duruma hazırlanılmış oluyor. Diyelim yirmili yaşların başında bu ilişkiye girdiniz, sözleşme beş veya yedi yıl sonra bittiğinde hâlâ yaşam sürecinde etkin bir birey olarak serbest kalacağını ve istediğin şekilde devam edebileceğini biliyorsunuz. Oysa modern dünyada biz hiçbir şekilde özgürce seçilmemiş bir ilişki sonucunda bedenimizi tamamen yapay habitatın ve onun ürünü sistemin kullanımına veriyoruz ve emekli olduğumuzda bize hâlâ etkin bir beden ve henüz tamamlanmamış bir yaşam verilmiyor; aksine fizyolojik ve psikolojik açılardan yıpranmış bir bedenle kalıyoruz. Dolayısıyla bir kere baştan adil bir alışveriş yok. Etkin yaşam boyunca çalıştırılmak ancak bir kaynak olarak sömürgeleştirilme,  bedenimizin iş yapma kapasitesinin sistem için bir sömürge kaynağa dönüştürülmesi olarak tanımlanabilir ve bu kaynak hiçbir zaman bize hâlâ kullanılabileceğimiz bir kapasite olarak geri dönmüyor. 

Bir zamanlar var olmuş sözleşmeli kölelik örneğinde süre sınırlı, sözleşmenin ne zaman biteceği belli ve kişi, bu süre boyunca bedenini bu şekilde kullandıracağını biliyor. Bizim dünyamızda süre tüm etkin yaşantımızı kapsıyor; ancak doğuştan şanslıysak bu zorunluluktan kurtuluyoruz. Bu yüzden de bedenimiz çok daha uzun bir süre bu şekilde çalışmanın streslerine maruz kalıyor ve kaldıkça da bu streslerden kurtulma arzusu o derece artıyor. Bir emeklilik hedefi olmasına rağmen bu bir sözleşme sonucu girilmiş bir ilişki değil. Herkes böyle bir yükümlülüğü olduğunun farkında ve emeklilik de bu yükümlülüğü yerine getirmenin ödülü olarak sunuluyor ama bu ilişki kendi kararlarını verebilecek yaşa gelmiş bireyin girdiği bir sözleşmeyle değil, o bireyin ufacık yaştan itibaren bir beyin yıkamaya maruz kalmasıyla sağlanıyor. Dolayısıyla bu ilişkiye katılmanın ne kadar bilinçli olduğu son derece şüpheli.

 

Bu sözleşme tartışmasını abarttığım düşünülebilir; sonuçta yurttaşlığın kendisi bir sözleşme değil mi denebilir? Sözleşme netlik sağlar; geçerli olduğu sürece boyunca var olacak şartları olabildiğince netleştirir. Böylece yaşanacak zorlukların dereceleri de bilinmiş olur. Çalışma her zaman yorulmak anlamına gelir ve kendiniz için değil, başkası veya başka bir şey için zorunluluk olarak yapıldığında da, bunu seçmiş bile olsanız katlanmanız gereken eziyet olarak hissedilir. O yüzden hem bunun ne zaman sonlanacağının ve şartlarının bilinmesi hem de bunların kabul edilmiş olması bedensel stresin etkilerine katlanmak için şarttır. Bir yetişkin olarak girilmemiş yurttaşlık sözleşmesinin sonucu olarak sunulan modern emeklilik bu sebeple bir sözleşme değil aslında. Çünkü bir sözleşmenin koşulları sağlaması gerekirken "modern çalışma sözleşmesi" tam tersini yapmakta. Hiçbir şey belli değil aslında. Belirsizleştiriyor, netleştirmiyor, muğlaklığı arttırıyor. Son derece uzun bir süreyle geldiğinden ve bu süre tüm etkin yaşamımız olduğundan gerçek bir sözleşme gibi netleştiremez de zaten. Bir sürü beklenmedik olay olabilir bu süre boyunca. Savaşlar, toplumsal karışıklıklar, doğal felaketler, ekonomik krizler ve şimdi de ekolojik krizler. Biyolojik/fiziksel boyut da bu noktada ortaya çıkıyor. Beden bu bilinmezliğin getirdiği stresleri yaşamaya başlıyor. Biz bu koşulları normalleştirsek bile o bunu yapmıyor ve sürekli bir kaçış modunda kalıyor, sürekli kendisini bu koşullardan kurtararak daha bilinebilir, daha tahmin edilebilir koşullara ulaşmaya çalışıyor.  ​

Bedensel Belleğin Karmaşık ve Küresel Özne ve Failleri Algılama Yetersizliği

Beden yapması gerekeni yapıyor. Canlı olduğundan içinde yer aldığı habitatın kendisinde yarattığı stresler karşısında rahatlamasını sağlayacak koşullara ulaşmaya çalışıyor. Genelde bedeni edilgen ve bizim kontrolümüzde bir şey gibi görürüz. Bu tartışmanın başında belirttiğim gibi böyle bir durum söz konusu değil ama bedenin eylem kapasitesi de çok fazla değil; bunun genişlemesini evrimin ortaya çıkarttığı ben sağlıyor. Burası biraz kafa karıştırıcı haliyle. Başta uzun uzun anlatmaya çalıştım. Beden ve ben hem birlikteler hem de ayrılar; birliktelikle ayrılık bir arada. Sanırım bu konuya eylem türleri açısından bakmak daha açıklayıcı olacak.

 

Bedenin eylemi, özellikle de rahatsızlığını ifade etme şekli stres ve buna bağlı olarak gönderdiği sinyaller; bunun ötesine geçemiyor. Ben ise daha farklı şekilde faal. Stres sinyallerini alıp dış  dünyada çok boyutlu eylemlere dönüştürebiliyor. Örneğin, bedenin çok uzun sürede oluşmuş belleğinde yeşil renk genellikle su olan yerle ilişkilendirildiğinden, susuz kalmış beden kendisini su bulma ümidiyle yeşile yönlendirebilir ama bedenin eylemciliği buraya kadar; buna benzer basit ve doğrudan eylemlerin ötesine geçmiyor. Suyla ilgili başka eylemler, örneğin kuyu açmak, su kanalları ve barajlar yapmak, benzer su teknolojileri yaratmak, su söylem ve mitolojileri üretmek, suya dair şiirler yazmak ya da insanın yeşil ile su arasında bedensel belleğinde oluşmuş bu bağlantıyı kullanarak reklam ve satış yöntem ve hileleri geliştirmek, susuzluğa karşı eylemler düzenlemek, paneller yapmak, gruplar kurmak vb birçok başka eylem bedensel belleğin dışında bir bellek ve eylemcilik gerektiriyor. Bunu "Ekolojik İkilem" bölümünde "ben" olarak tanımladığım organizmik bilinç veya benlik yapıyor. Ama "ben" hiçbir zaman tek başına bağımsız şekilde değil, bedensel bellekle iletişim içinde çalışıyor; ana kaynağı bedensel bellek. İlk tepki neredeyse her zaman bedenden geliyor. Stresi beden algılıyor ama bundan karmaşık eylemler üretmeyi, analiz ve sentez becerileriyle "ben" beceriyor.   

​​Bu eylemlerden biri doğal olarak kaçış, sorunlu ortamdan süratle uzaklaşmak. Bu aslında bedensel belleğin ürettiği en ilkel tepkimiz. Doğal ortamlarda en fazla kırk, elli bireylik veya birazcık daha kalabalık ufak gruplarda yaşarken veya tek bir birey olarak bir tehlikeyle karşılaştığımızda gayet iyi çalışabiliyor ama daha kalabalık ve özellikle de yerleşik yaşamda, özellikle de artık son derece küreselleşmiş modern yaşamda yetersiz kalıyor. Bu yetersizliğin ana sebebi insanın bu ortamlarda farklı, milyonlarca yıllık evriminde pek de uğraşmak zorunda kalmadığı özne ve faillerle karşılaşması. Bunların en dikkat çeken yanları görece küresel ve karmaşık olmaları özne ve failler olmaları. İnsan basit ve yerel tepki göstermeye uyumlu; bu ikisine göre şekillenmiş tepkileri. Dolayısıyla kaçış ve tek bir canlı özneye indirgeme gibi bedensel tepkiler işe yaramıyor ama yine de bunlar öne çıkıyor. Çünkü bedensel repertuarımızda başka türden yerleşmiş tepkimiz yok. Örneğin iklim krizi gibi küresel ekolojik krizlerde kaçış bir işe yaramıyor. Nereye kaçacağız? Başka bir gezegene mi? Düşünenler yok değil tabii. 

 

Değil küresel felaket, kriz veya stres algılayarak çözüm üretmek, arka arkaya gelen felaket haberlerini bile kaldıramıyor, süratle duyarsızlaşıyoruz. Çünkü böyle bir kapasitemiz yok. Olmadığı için de ya kapanarak duyarsızlaşıyoruz ya da küresel kriz veya olay sanki yerelmiş gibi davranıyoruz ve ilk doğal tepkimiz de genellikle nispeten yerel, tekil ve canlı bir düşman/sebep yaratmak oluyor. Bu da günümüzde genelde komplo teorileri olarak çıkıyor karşımıza. Komplo teorileri yeni değiller. Tek fark artık küresel iletişimden dolayı daha sık karşılaşmamız. Bir kısmını saçma bulsak bile bir kısmına da inanıyoruz. Aslında sonunda her biri kendine yeterince taraftar buluyor. Burada garip bir durum yok. Hatta doğal bile diyebiliriz. Çünkü yerel habitatlara geçip kalabalık toplumlarda yaşamaya başladığımız son on beş bin yıl içinde bedenlerimiz henüz görece karmaşık ve küresel özne ve failler algılayabilecek ve bu yeni duruma uygun tepkiler üretecek şekilde evrilememiş. Yeterli zaman olmamış da diyebiliriz.

​​Hiç evrilmemiş değil. Daha doğrusu bazı bedenlerde böyle bir kapasite var ama bu kapasite yeterince yayılamamış ya da yeterince sekülerleşmemiş. Son kavram daha uygun bence. Çünkü aşkın ve gizemli görece karmaşık özneler yaratma ve bunları failleştirme kapasitemiz var. Burada bir sorun yok ama bunu somut yerküresel süreçlere, tekil ve canlı olmayan somut karmaşık öznelere dönüştürme kapasitemiz son derece sınırlı. Örneğin doğa olarak adlandırdığımız bir özne yaratabiliyoruz. Bunu yaşamlarımızı etkileyen bir fail olarak da görebiliyoruz ama bu hâlâ son derece basit, tekil ve insanımsı bir canlılıkta düşünüyoruz bu faili. Bu yetersizliğimiz sadece tepkilerimizi değil, analizlerimizi, yani yaşamlarımızı görece daha gerçekçi okumamızı da etkiliyor. Ama daha kötü bir şey var burada. Bu sayede yanlış yönlendirilme veya manipülasyonlara açık hale geliyoruz. Burada illa bir dış güçler veya sorumlular söylemine de kapılmamaya dikkat etmeliyiz; çoğu rollerin değişik oranlarda olduğu bir birliktelik içinde yaratıyoruz bu yönlendirme ve manipülasyonları. Bunların sonucu da, tarih boyunca, giderek daha sık ve daha kapsamlı büyük-bölgesel ve son zamanlarda da küresel toplumsal ve siyasi felaketler, savaş ve soykırımlar olmuş. Artık bu listede bir de küresel ekolojik felaketler var.   

İnsanın Bir Kaynağa Dönüşmesi

​​​Yapay habitat böyle bir karmaşık ve nereden bakıldığına bağlı olarak küresel bir özne ve de fail. Her ikisi de bizden bağımsız süreç yaratıcı olabilmesinden kaynaklanıyor. Bunun ayrıntılarını başka bir tartışmaya bırakacağım ama çok kısaca belirtmek gerekirse, her iki durumda da söz konusu olan, o varlığın çeşitli seçenekler ve akışlar yaratabilmesi. Bu nasıl oluyor? 

Yapay habitatı doğalından ayıran en önemli farklılığı, sürebilmesi için bizim çalışmamıza, bizim iş yapabilme kapasitemize ihtiyaç duyması. Bu kapasite olmadan yapay habitat olamaz. Bu doğal bir özelliğimiz değil. Daha doğrusu, iş yapabilme kapasitemiz var, burası doğal, ama bunu belli bir ölçeğin ötesinde hayata geçirmemiz doğal değil. İş yapma kapasitemiz belli bir yere kadar rahatsız edici bedensel stres üretmiyor ama o eşik aşıldıktan sonra rahatsız edici fizyolojik ve psikolojik stresler yaşamaya başlıyoruz. Bu basit bir yorulma veya zorlanma değil, o yaptığımız işi istememe haline ulaşıyor, bırakıp gitme eğilimine geçiyoruz. Bu noktada doğalın dışına çıkmış oluyoruz; bu andan itibaren yaptığımız doğal yapımıza aykırı olmaya başlıyor, çünkü bedenimiz büyük bir kararlılıkla bu faaliyetten uzaklaşmaya çalışıyor. Bunun olmaması için bir şey bizi bu strese katlanmaya ya ikna edecek ya da zorlayacak. İşte bu noktada yapay habitatın yavaş yavaş bir özneye ve de sonunda bizi kontrol eden bir faile dönüşmeye başladığını görüyoruz. 

 

İkna veya zorlama, her iki ilişkide de temel olan birisinin iş yapabilme becerisinden diğerinin kendi çıkarına yararlanma arzusudur ve bu asimetrik bir ilişkidir. Diğerini ikna etmeye veya bu şekilde zorlamaya çalışan kişi bu ilişkiden daha fazla yararlanacaktır. Yani ortaya ne çıkıyorsa onu eşit şekilde paylaşmayacaktır. Bu bir yardım etme veya imece değildir. Çünkü her ikisinde de karşılıklılık vardır; uzun vadede her iki taraf da eşit şekilde yararlanır bu ilişkiden. Burada bambaşka bir şey belirmektedir. Asimetrik bir ilişki belirmiştir; birisi ortaya çıkan toplam emekten daha fazla yararlanmaktadır. Bu ilişki ilk başta büyük bir sorun yaratmaz ama iki aşamalı bir dönüşüm sonrası ortaya çok farklı bir şey çıkar. İlk aşamada ikna edilen insan bir şekilde zorlanan insana dönüşür ve bu sırada insanın bir kaynak olarak kullanılabileceği fikri yerleşir. İkinci aşamadaysa birisinin kaynağı olmaktan yapay habitatın kaynağı olmaya başlar bu ilk aşamada kaynaklaşmış insan. Yani düzen karmaşıklaşır ve bu ilişki türü sadece birini değil, tüm habitatı sürdüren bir ilişkiye dönüşür. Yani insanların yarattığı habitat dönüp insanları kontrol etmeye başlar ve artık isteseler de bu işleyişin dışına çıkamazlar. Çünkü başka bir insanı kaynak olarak kullanma arzusunun ardındaki sebep büyüme arzusudur. O toplulukta her ne önemliyse o duruma diğerlerinden daha fazla ulaşma arzusudur. Bu ilk başta bir insanın arzusu olabilir ama zamanla kontrolü yapay habitata veren bir büyümeci düzene, bir bakıma bir büyüme  hastalığına dönüşür. Sonunda yapay habitatın kontrol edilemez büyümesini başlatan bu ilişkinin, bu asimetrik ilişkinin adı sömürü, bir insanın diğerini sömürmesidir. Her ne kadar ilk başta ikna ile başlamışsa, belli bir rıza varsa da ortada birinin diğerinin emeğini sömürmesi ilişkisi vardır.

Emek Sömürüsü Ama Aynı Zamanda Bedenin Sömürgeleştirilmesi

Kapitalist dünya bireyleri olarak sömürü kavramı artık hepimize tanıdık. Hatta normalleştirdik bile diyebiliriz. Öyle değil mi? Tabii sömürüleceğiz. Sistemin sunduğu yaşama, "bu güzelliklere" ulaşmanın başka yolu yok. Buna ikna edilmiş değil miyiz? Hem sunulanın gerçekten de güzel bir yaşam olduğuna hem de buna ulaşmak için biraz sömürünün şart olduğuna inandırılmış değil miyiz? Öyle yaşamıyor muyuz? Sadece mümkünse az sömürülelim ya da biz hiç sömürülmeyelim istiyoruz. Kendimize en büyük yalanlarımızdan biri. Sorulduğunda karşıyız sömürüye ama yaşamak için hepimiz sessizce parçası oluyoruz bu sömürü dünyasının. Birileri bizi sömürürken biz de başkalarını sömürüyoruz. Yapay habitatın ve onun artık ayrılmaz parçası kapitalizmin geldiği son nokta. Neyse uzatmayayım, sömürü olgusunu görece kabullenmişiz, çok büyük bir tepkimiz yok. Ama daha da kötüsü bunu yaşamlarımıza çok sert bir tecavüz, bedensel bir tecavüz, bir ele geçirme olarak algılamıyoruz.

 

Emeğimizin sömürüldüğünün farkındayız ve bunu kabullenmişiz ama emeğimizin kaynağı olan bedenimizin de aslında bir sömürgeye, bu habitatı ayakta tutan bir sömürgeye dönüştürüldüğünün farkında değiliz. Bedenimizin bu şekilde kullanılmasına bizim izin verdiğimizi düşünüyoruz. Bu ilişkiye özgür irademizle girdiğimize, sanki "hayır, istemiyorum böyle çalışmak" dediğimizde çalışmak zorunda olmayacağımıza inandığımız, inandırıldığımız için bedenimizin bir sömürgeye dönüştürüldüğünü göremiyoruz. Görebilsek muhtemelen bunu hiçbir şekilde kendimize yakıştırmayacağız. Sabah akşam beraber olduğun bedeninin yaşamının uzun bir dönemi boyunca aslında başka bir şeye ait olduğunu, aslında bedenimiz üzerinde bile söz hakkımız olmadığını itiraf etmek elbette pek kolay bir şey değil. 

Sömürge kavramı bize, genelde "Keşifler Çağı" adıyla sunulan Avrupa sömürgeciliğinden, Avrupalıların başka ülkelerin/toplumların kaynaklarına kendi ülkeleri adına zorla el koydukları dönemden miras. Genelde ülkelerle ilişkilendirdiğimiz bir kavram, canlılarla değil. Bu sebeple de sömürüyü kendimize yakıştırabilirken, sömürge kavramını ülke, toprak, ada vs gibi daha soyut ve cansız varlıklara yakıştırıyoruz. Bir insan bedeni sömürge olamaz, olsa olsa sömürülür. En fazla  kölelik için belki böyle bir şey düşünebiliriz ama tabii kendimizi böyle görmüyoruz. Oysa bir rakama dönüştürülerek verimlilik hesaplarına dahil edilmemiz bedenimizin de bir bir toprak parçasına benzer şekilde kaynak olarak görüldüğünün ilanı oluyor ve bu ilişkinin gönüllü ve adil bir alışverişin sonucu olmaması da o kaynağı bir sömürge yapıyor.

 

Kapitalist sömürü karşıtı analiz ve eleştiriler ilk baştan itibaren büyük ölçüde emek sömürüsüne takıldıklarından bedenin sömürgeleştirmesi süreci hâlâ hak ettiği ilgiyi görmüyor. Bir tek, daha önce belirttiğim gibi, Marx'ın başını çektiği yabancılaşma ve yabancılaştırma tartışmalarında sömürgeleştirilme imasıyla karşılaşıyoruz, tam bu sözcükle ifade edilmese de. Sonuçta yerleşik yaşama ve ardından yapay habitata geçiş sürecinde insan bedeninin de, bu süreçte görülen insan dışı hayvanların evcilleştirilmesindekine benzer şekilde zaman içinde sömürgeleştirilmeye başladığını görüyoruz.

Ama bir türlü sorunun göremediğimiz ve zamanla bu rahatsızlığa alıştırıldığımız için hem rahatsızlığın kendisi hem de sebep olduğu arzu sistemin lehine çalışıyor, sistem bunu hayatımız boyunca peşinden koştuğumuz bir havuca dönüştürüyor, emekliliğin ardındaki özgürleşme arzusu bir ticari nesne oluyor. Zamanla bu anormalliği anormal olarak görüp itiraz edecek bir kitle de kalmıyor. Herkes bu şekilde çalışarak yaşamanın en normal seçenek olduğuna çocukluktan  itibaren ikna ediliyor ve bunun için yetiştiriliyor. Uygar insan olmanın çalışan insan olduğuna ve çalışmanın bir erdem olduğuna ikna ediliyoruz. Elbette bu şekilde çalışacağız, çalışmadan olur mu, yoksa her şey yok olur korkusu da katılıyor bu beyin yıkamaya. Zaten bir şekilde belli bir birikim oluşturdukça ve bununla sistemin ödül olarak pazarladığı nispeten ve güya daha iyi yaşama ulaştıkça da bunu bile kaybedebiliriz korkusuyla hiç itiraz etmiyoruz. Sonuçta yapay habitatın bugün ulaştığı mevcut modern düzen bizi kendimizi kurtarmaya yoğunlaştırarak bu şekilde düşünmenin yeşermesini biraz daha engelliyor. Habitatın, kendini kurtarmak için hem uygulamada hem de söylemde mücadele edilen, edilmesi gereken bir alana dönüştürülmüş olması başka şekilde düşünmeye, "tamam çalışalım da bu şekilde mi olmak zorunda" sorusunu sormamıza bile izin vermiyor. Bir şekilde düşünenlerde farklı şekilde yaşamanın önüne bir dolu engel konularak engelleniyor. Çünkü yapay habitat artık tek bir seçeneğe izin veriyor; farklı yaşamlar anlamında bir çeşitlilik sunmuyor.

 

Oldu da bunu düşünüp eyleme geçmeyi becersek bile, parçalara bölünmüş dünyamızda bunu düşünen, böyle bir eyleme geçen parçaya biraz ödün veriliyor. Mesela çalışma saatleri  azaltılıyor. Gerçekten azaltılıyor mu ama? Yoksa verilen boş zaman süratle başka şekilde doldurulmuyor mu hemen? Nitekim modern bireyin ufukta çoktan belirmiş işlevinin artık üretmek değil de tüketmek olduğunu düşünürsek, gerçekten ödün mü verilmiş oluyor, yoksa sistem yeni bir şeye mi dönüşüyor. Üretimi yapay zeka destekli robotlar üstlenebilir ama tüketimi? Dolayısıyla iş saatlerinin azaltılması o kadar da harika bir çözüm gibi gözükmüyor. İnsanın üretimsel işlevi bunu ondan daha verimli yapabilecek teknolojik bileşenlere aktarılırken o da çok daha fazla tüketim işçisine dönüştürülüyor. Sonunda sisteme çalışma süresi değişmiyor. Üretimiyle değil, tüketimiyle çalışıyor.   ​

​Elbette her canlı gibi biz de belli şeyler, yani temel ihtiyaçlarımız için çalışmak zorundayız ama  biz bunun ötesinde çalışıyoruz. Uygarlık ilerledikçe daha az çalışmamız gerekirken biz modern yapay habitat yaşayanları güya ilkel kabul edilen topluluklardan çok daha fazla çalışıyoruz. Temel ihtiyaçlarımız mı değişti? Yoo. Nasıl değişebilirler? Aynı bedenler, aynı temel ihtiyaçlar. Sadece hem pek de temel olmayan birçok yeni sözde ihtiyaç icat edildi hem de bu ihtiyaçlar türlü türlü nesnelerle giderilir oldu. Daha düne kadar ihtiyaçlarımızın giderilmesi için bugün kullandığımız nesnelerin büyük kısmına ihtiyaç duymazken şimdi onlarsız yaşayamaz olduk. Bu pek kendiliğinden olmadı tabii, çeşitli pazarlama yöntemleriyle, sonu gelmeyen ve hayatımızın her alanına girmiş reklamsal söylemlerle teşvik edildi. Teknikler de o kadar çok gelişti ki, artık seçmeden maruz kalıyoruz bu pazarlama yöntemlerine. Böylece daha fazla nesneye ihtiyaç duyar hale getirildik. Sisteme hizmet eden tüketicilere dönüştürüldük. Bu öyle bir çalışma kampı ki, ilk önce ürettiriyorlar sonra da ürettirdiklerini tükettiriyorlar. 

 

Tekrar bu şekilde çalışmak ifadesine geri dönersek, bir kere çalışma sözcüğünü çalıştırılmayla değiştirmemiz gerekiyor. Çünkü bu sürece katılmak için rızamız aranmıyor; bize sorulmuyor bu şekilde çalıştırılmaya razı olduğumuz. Çok ufak yaştan itibaren bu sürece hazırlanıyoruz. Yapay habitatlarımızın yaşam koşullarında başka çaremiz de yok. Farklı bir yol seçmemiz neredeyse imkansız; ancak çok büyük fedakarlıklarla, çok fazla şeyden vazgeçerek mümkün. Ama o zaman bile sistem bize böyle bir seçim için alan tanımıyor; her yer sahiplenilmiş durumda. Ancak belli şartları yerine getirerek buraya ulaşmamız mümkün. Bu da genellikle delirmişçesine çalışarak bize emeklilikten daha önce görece maddi bağımsızlık getirecek koşulları sağlamak, yani zenginleşmekle mümkün. Çalış çalışabildiğin kadar, gerekli birikimi yap ve istediğin gibi yaşa. Ama bu da her isteyenin ulaşabildiği bir seçenek değil ve işleyiş yine değişmiyor. Eğer herhangi şekilde bir birikimle başlamadıysanız yaşamınıza, yani iyi bir miras kalmadıysa, istediğiniz özgürlüğe bir an önce ulaşmak için bu sefer daha da fazla çalışmanız gerekiyor. Yine eş derecede sömürülüyorsunuz sonuçta, hatta bu durumda daha da fazla ve daha da yüksek bir bedensel bedelle. 

​Burada tabii itiraz gelecektir. Bir bütün olarak uygarlığımızın bize sundukları dikkate alındığında, yapay habitatın bu işleyişinin bize çok daha konforlu ve güvenli bir ortam sağlamasından dolayı  eskiyle karşılaştırıldığında psikolojik, fizyolojik, bilişsel, entelektüel ve sosyal alanlarda net kazançlarımız olduğu ve bu yüzden de birer sömürge olarak görülemeyeceğimiz ileri sürülebilir. Burada yerim kısıtlı olduğundan bu konuya ayrıntılı giremeyeceğim. Ama şu anda yaşamakta olduğumuz küresel çatışmalar ve ekolojik krizler daha baştan konfor ve güven iddialarını epeyce çürütüyor. 

 

Sürekli temel ihtiyaçlar üzerinden bir karşılık var, yaşam kalitesini arttırma yönünde pek bir şey yok. Bakın hastalıklara çare bulundu, bakın yiyeceğiniz veya içeceğinizi elde etmek şöyle kolaylaştı, bakın ulaşım ne kadar kolay ya da iletişim ya da en son olarak bakın ortalama ömür arttı ama tüm bunlar, eğer derinlemesine düşünürsek, sistemi ayakta tutmak için gerekli düzenlemeler. Hele hastalıklar tam bir kandırmaca, çünkü çoğu bu şekilde kalabalık yaşamaktan kaynaklanıyor. Hele psikologlar ve yaşam koçlarının bu kadar süratli artmış olması doğrudan ciddi stresli koşullarına işaret etmiyor mu? Eğer mutluysak, eğer yaşam kalitemiz arttıysa niye bunlara ihtiyacımız var? Bir de bu kadar zaman sonra hâlâ daha güvenli ve konforlu yaşama mücadelesinin sona ermemiş olması da ayrı bir sorun. Ne zaman bu noktaya geleceğiz de başka hedefler koyacağız önümüze? Yoksa bu bir türlü bitmeyen konfor ve güvenlik mücadelesi bir tür bizi kontrol etme aracı mı, farklı sorular sormamızı engelleme taktiği mi? Eğer öyleyse işe yarıyor, çünkü kendimize yepyeni krizler yarattığımız için hâlâ rahatlıkla kullanılabiliyor bu araç. Sürekli bu koşullar altında gerçekleşemeyecek ve en fazla içinde olduğumuz distopyayı görmemizi engellemeye hizmet eden bir ütopyanın peşinden koşturuluyoruz. 

xxx

Peki, kim bunun sorumlusu, kim bedenlerimizi birer sömürgeye dönüştürüyor dediğimizde mesele biraz karışıyor. İlk tepkimiz elbette bu ilişkiden en çok yararlananları suçlamak. Bu kısmen doğru bir yaklaşım ama bedenlerimizin bu şekilde sömürgeleştirilmesinin uzun bir tarihi olduğunu kavradığımızda bu öznenin, bu kim'in dönem dönem değiştiğini görüyoruz. Elbette bir kim var her dönem ama biraz daha derine baktığımızda aslında bu kim'leri yaratan bir süreç olduğunu, bambaşka bir oluşum olduğunu görüyoruz. İşte bu yapay habitatın kendisi. Yapay habitat doğası gereği tıpkı yıllardır bilim kurgu filmlerinde kullanılan kontrolden çıkan yapay zeka teması gibi, daimi büyüme eğilimine girdiğinde süratle kontrolcü bir habitat türüne dönüşebiliyor. Bir tür teknoloji olarak böyle bir kapasitesi var. Her yapay habitat buraya gitmek zorunda değilse de hepsinin böyle bir kapasitesi var ve biz bugün yapay habitatın bu yönde son derece saldırgan ve yaşamın her alanını  ele geçirmekte olan evresindeyiz. Modern uygarlık bu seviyeye ulaşmış sömürgeci bir habitat. 

 

Bu yarattığımız ama sonunda bizi de ele geçirmiş yapay habitat tarafından ya çalıştırılıyoruz ya da ürettiğimiz ürünleri çeşitli şekillerde ama bizim seçmediğimiz, bize dayatılan şekillerde tüketmeye zorlanıyoruz. Hem çalıştırıp ürettiren hem de yaşamlarımızı feda ettirerek bize ürettirdiğini yine bize tükettiren bir düzen. Çok akıllıca, çok sinsice çalışan bir habitat bu.  

Daha ufacıkken başlıyor eğitimimiz. İlk önce okullarda bir sürü zihniyetiyle yaşamaya ve çalışmaya alıştırılıyoruz. O yerküresel doğallıkta evrilmiş yapımız terbiye ediliyor, çalışmaya yarar hale getiriliyor. Ardından da bildiğimiz çalışma yaşamı ama kendimizi çok da kötü hissetmememiz için çeşitli tatmin araçları ve etkinlikleriyle donatılmış bir yaşam, ki bu düzen kendiliğinden yürüsün, sürsün. Varlıklı veya yoksul olmak da fark etmiyor. Herkes aynı yaşamın, aynı yapay dünyanın içinde. Artık yapay habitatın bu son evresinde herkes tüketici, herkes sistem için var. Birileri tepede diğerleri aşağıda gözükse de aslında herkes bir şekilde sistemin kontrolünde, sisteme, yapay habitattın evrildiği bu kapitalist tüketim sistemine hizmet ediyor.

Sorun bir sistem, bir düzen olması değil, bu sistemin özgün doğası, sömürgeleştirici doğası. Daha farklı olabilirdi, daha olumlu, içinde evrildiğimiz doğallıkla kaynaşan ve işleyen bir sisteme evrilebilirdi. Ama olamamış, öyle evrilmemiş ve sorun da bu. İnsanların bir kısmı, bundan aşağı yukarı on bin yıl önce, hatta biraz daha önce, yerleşik yaşamla tanışıyorlar. Uzun bir tanışma dönemi, ilk denemeler, ilk basit yerleşimler. Çeşitli yollar, çeşitli girişimler. Bir yandan kendiliğinden işleyişler, diğer yandan bunların arasından yeşeren ilk tasarımlar, ilkelce, el yordamıyla ama sonuçta kendiliğinden gelişmeyle bilinçli seçimlerin kaynaştığı bir dünya ve zamanla o yerleşik yaşamla ilk tanışanların arasında beliren yol ayrımları.

 

Bunların arasında bir yol ayrımı var ki, o diğerleri gibi belli bir noktada, belli bir aşamada  durmuyor, büyüyor, büyüyor ve sonunda sanki bir tür büyüme hastalığına yakalanıyor. Büyüme kendi dinamiğini yaratıyor, bu yapay habitatın dili oluyor, farklı bir dil, farklı bir işleyiş ve yavaş yavaş her şeyi bu büyümeye hizmet edecek şekilde sömürgeleştiriyor, çevreyi, doğayı, yerin üstünü, yerin altını ve en önemlisi de insanları, her şeyi büyümenin kölesi yapıyor. Artık her şey büyüme için çalışmaya, büyüme için var olmaya başlıyor. Parça parça ele geçiriyor insanı, parça parça sömürgeleştiriyor. İlk önce bedeni ama ayrımcı bir şekilde, kadını erkekten ayırarak, ilk önce kadının bedeninden başlayarak ve tabii cinselliğe de el atarak, cinselliği doğal işleyişinden, doğal dilinden kopartarak, başka bir şeye dönüştürerek, üretimin aracı ve dili yaparak. Cinselliğin sömürgeleştirilmesi, en önemli insani enerji kaynaklarından birinin büyümeye koşulması. İki önemli kaynağımız var: Bedensel fizikselliğimiz, yani çalışma, iş yapabilme gücümüz ve diğeri de yine bedensel cinselliğimiz, çoğalma gücümüz, toplam bedensel fizikselliği arttırabilme becerimiz. Bu ikisi de yerleşikliğe dönüşümden önce yoklar aslında. Çünkü çok farklı bir işleyişin parçasılar, kontrolsüz büyümeyle ilgisi olmayan. Yapay habitatın büyüme hastalığı her ikisini de enerji kaynaklarına dönüştürüyor. 

Ve bu şekilde dönüştürülmüş insan bedeni işe koşuluyor. Büyüme hastalığına yakalanmış habitata kaynak lazım, enerji lazım, sürekli büyüyebilmesi için. Nereden? Tabii ki doğadan, çevreden gelecek. Habitatın yaşayanlarına yaşam sunması yeterli değil. Habitat, bu bir tür  kanser hücresine dönüşmüş habitat daha fazlasını istiyor. Diğerleri gibi belli bir yerde durmak istemiyor, sürekli büyümek istiyor. İlk önce küçük küçük denemeler. Birkaç bin yıl boyunca. Bir kısmı muhtemelen yok oluyor bu denemelerin, artlarında boş, iliğine kadar sömürülmüş yerler bırakarak. Uzun bir süre muhtemelen göçebe yerleşiklik var, sömürdüğü çevre kuruyunca, artık vermez hale gelince yer değiştiren yerleşiklik. Ama sonunda kök salıyor bu büyümeci yerleşiklik, bu kansersel yerleşiklik. İlk kentler beliriyor, artık sık sık yer değiştirilmiyor. Yine bazen yüzlerce yıl sonra kimisi yok oluyor, başka yerlere geçiliyor ama bu giderek azalıyor ve böylece çılgın büyümenin öyküsü başlıyor. Büyüme, sonunda, içine yerleştiği konağı yok etmeden sömürebildiği kadar sömürebileceği şekle evriliyor. 

 

Bugün modern kapitalist yaşama evrilmiş uygarlık yerleşik yaşama geçişin sadece belli bir versiyonunun sonucu. Yerleşiklik dört dörtlük bir seçenek olmasa da sonuçlarının bu kadar kötü olması da şart değil. Sorun yerleşiklik değil, yerleşikliğin belli bir versiyonu, büyüme hastalığına yakalanmış versiyonu, ilk yapay habitatların bir kısmında gelişmiş bir hastalık, bir tür habitat kanseri, zamanla tüm yerküreye yayılmış, tüm dünyayı kapsamış bir kanser, kendini bir yaşam tarzı olarak göstermeyi başarmış bir kanser. İnsanın  sömürgeleştirilmesine dayanan bir habitat kanseri. Tıpkı bir virüs gibi, tüm habitatı sadece kendi çoğalmasına, kendi büyümesine hizmet eden kocaman bir hücreye dönüştürüyor. Her zaman yeni yollar, yeni yöntemler bularak, daha gelişmiş, daha karmaşık hastalıklı habitatlara dönüşerek, sonunda muazzam bir tüketim toplumu yaratarak.

Modern Yaşamın Huzursuzluğu

Ve stres. Başta belirttiğim gibi, bu tür habitat daimî stresle, yani huzursuzlukla geliyor. Sömürgeleştirme hiçbir zaman mükemmel olamamış. En azından çağımıza kadar. Belki bundan sonra o düzeye ulaşacak ama bugüne kadar bedenlerimiz, doğallıklarından ne kadar uzaklaştırılırlarsa uzaklaştırılsınlar, her zaman bu stresi yansıtmışlar. Anlatılarımız, büyük anlatılarımız, dinler olsun, mitolojiler olsun veya seküler ve yarı-bilimsel öyküler şeklinde gelsinler, bizi kandırmayı başarmışlarsa da bedenlerimizde aynı başarıyı yakalayamamışlar bu güne kadar, bir türlü o daimi bedensel stresin kökünü kazıyamamışlar, bu hastalıklı habitattan kaçış arzusu, bilinçsizce de olsa, hatta çarpık ideolojiler şeklinde de olsa, hep var olmuş bu güne kadar. Neredeyse her cümlemin sonuna "bugüne kadar" ifadesini ekliyorum. Çünkü yeni teknolojiler yüzünden bugün son derece kritik bir noktadayız. Çünkü bir süredir modern yapay habitatın tüm enerjisi bedenin bu özelliğini yok etmeye yönelmiş durumda. Bilinçli bir tercihten, düşünen bir habitattan bahsetmiyorum. Yapay habitat bu stresten kendi büyümesini daha da kalıcı kılacak ve üst seviyelere taşıyacak bir şekle evrilmeye başladığını söylüyorum, tıpkı bir nehrin kendisine akacağı yeni bir yatak açması gibi.

Doğal uyaranların kazanca ...

 

Bu genel arzumuz o kadar bariz ki, sonunda ticareti de belirmiş. Hem bu genel stresi azaltan hem de stresi bile paraya çeviren çeşitli faaliyetler ve araçlar. Tıpkı yarasını tedavi eden beden gibi, sistem de bu sorunu tedavi etmeye çalışmış. Hâlâ çalışıyor da. Restoranlar, parklar, gece hayatı, tamamen bireyselleştirilmiş ve kısmen anlamsızlaştırılmış cinsellik, psikologlar, yaşam koçları, seyahatler, turizm, tatil siteleri, devremülkler, emeklilik yaşam alanı seçenekleri, rahatlatıcı ve bir kısmı marjinallik görünümüyle gelen yaşam tarzları, spiritüel akımlar, yeni modern dinler. Listeyi büyütmek mümkün. Doğru veya yanlış bulmuyorum bunları ama hepsinin ortak özelliği sadece semptomlara yoğunlaşıyor, asıl soruna inmiyor, kalıcı bir çözüm getirmeye çalışmıyor olmaları.

 

İki kategoride geliyorlar. Çalışma dönemi boyunca sunulan günlük ve haftalık kısa süreli huzur etkinlikleri ve emeklilikle gelen çok daha uzun süreli huzura kaçışlar. Hatta daha da ileri gidip bedenlerimizin mutlulukla ilgili çeşitli hormonlarının etkilerini nasıl arttırabileceğimiz üzerine eğitimler ve internet paylaşımları bile belirdi artık. Normalde böyle bir şeye kafa yormamamız gerekiyor ama hayır onları da biz ayarlayalım. Gerçi belki de öyle olmak zorunda, çünkü hormonlarımız artık doğal evrildikleri ortamda değiller. Bu arada huzursuzluğun, yani modern stresin boyutları ne kadar ciddi ki insanlara hormonlarının etkileri nasıl ayarlanabilir konusuna da el atmışlar.

Modern Yaşamın Aşırı ve Sorumsuz Tüketiciliği

Tüm bunlar bir yana, huzursuzluğun ürettiği bir araç var ki, modern toplumun doğalı, işte asıl sorun orada. Tüketim. Bedenleri sömürgeleştirilmiş bireylerin çektiği eziyetin, daimî stresin, paraya, sistemi kendiliğinden yürüten bir güce dönüşmesi. Yıllarca bu stres çekilmez, bir şeyler yapılması gerekiyor. Yaşamaya benzer bir şeyler. Böyle çalışmanın karşılığı olması gerekiyor ama zaman yetersiz. Bazı şanslı bireyler dışında çoğumuzun yeterli boş zamanı yok. Hafta sonları ve kısa tatiller, o kadar. Yaşadığını hissetmek için ne yapabilirsin bu koşullarda? İşte modern yaşamın tüketimi burada devreye giriyor. Satın al, harca ve tüket. Bütün enerjini nesnelere ver, nesneler üzerinden tatmin olmaya çalış. Kıyafetler, yemekler, telefonlar, arabalar, evler, yelkenliler, yatlar vs. Örnekler çoğaltılabilir.

 

Hem bu yaşam tarzı hem de onunla gelen tüketim, ama kontrolsüz, geçici boşluk doldurucu tüketim, belli sınırlar içinde kalabilse, kalabilseydi, çok da sorun olmayabilirdi. Bunu tercih edenler de var. Olabilir. O da bir yaşam biçimi. Hatta tercih edenler veya ettirilenler çoğunlukta. Ama işte böyle kalmadı modern yaşamın tüketimi, küreselleşti ve sonunda sebep olduğu ekolojik zarar da yereli aşıp gezegensel boyuta ulaştı. Böyle yaşayan da yaşamak istemeyen de eş derecede etkileniyor bu küresel ekolojik sorunlardan.

 

Sorunu yaşam tarzında görebiliriz. Aşırıya kaçmayalım, sürdürülebilir boyutta tutalım diyebiliriz. Evet, ilk anda yaşam tarzı sorunu gibi gözüküyor, bir bakıma da öyle. İklim krizimizi veya diğer ekolojik sorunlarımızı yaratan bu kontrolsüz ve sorumsuz tüketimin özünü oluşturduğu yaşam tarzı. Ama bir dakika! Yaşam tarzı sonuç, sebep değil. Bedenlerimizin sömürgeleştirilmesi bu düzeye varmasaydı, bedenlerimiz doğal ortamlarından bu kadar uzaklaştırılmasaydılar, yani doğal mutluluğu yakalayabilseydik, tüketim çılgınlığı da bu derece kontrolsüz, bu derece vahşi boyutlara ulaşmayabilirdi. Modern yaşamın getirdiği mutsuzluk daha fazla tüketime yol açıyor, daha fazla tüketim de yerküremizin bizim alışkın olduğumuz işleyişini, yaşadığımız habitatı bozuyor, sekteye uğratıyor. Bu zinciri kırabilir miyiz?

Modern Yaşamla Stockholm Sendromu İlişkimiz

Bu sömürgeleştirmenin, insanların yaşadığı daha önceki sömürgeleştirilmelere göre şöyle bir farkı var. Aslında görece özgürüz. Köle değiliz, feodal beye veya ağaya çalışan serf de değiliz. Sadece manipüle edilen ama yine de görece özgür bireyleriz. Evet, teşvikler ve özendirmeler güçlü. Konforlu yaşam, görece emniyetli koşullar ve rutinlerden oluşan bir yaşam. Vazgeçmek istemiyoruz bu görece rahatlıktan. Bir yandan da çok rahatsızız, kaçmak istiyoruz bu yaşam biçiminden. Yine de sistem dediğimiz ve bizim yarattığımız soyut gücü suçlayamıyoruz, görece özgürlüğümüzü bu sorunu çözecek tercihlerde bulunmak için kullanamıyoruz. Çünkü hem bu sistemin yaratıcıları ve sessiz destekçileri, hem de tutsakları ve kurbanlarıyız. Bir tür Stockholm sendromu içindeyiz yarattığımız dünyayla; bizi tutsak eden, bizi rehin alan bu düzene  sempatiyle, bir tür sevgiyle yaklaşıyoruz. Ya da daha kötüsü, farkındayız suç ortaklığımızı ve görmek istemiyoruz ne felaketler getirebileceğini, bize ve diğerlerine. Çok azımız itiraz edebiliyor bu yaşam tarzının talep ettiği bedele.  

Doğallığa Dönüş – Ekolojik Yaşam

Yazım aşamasında

Kayık1934'ü takip etmek için 

Teşekkürler

Tel: 0537-471-0029

Kayık1934'e en çok emek vermiş ve eziyet çekmiş :) ikinci kişi: Özlem Yeşilada Binder

Kayık1934'e Bedenen Yardımcı Olanlar: Ayrıntılı Teşekkürler için bakınız.
Aslı Parlak, Aşkın Karaduman, Bülent Yükselen, Can Karahasan, Devrim Doruk, Ebru Çavuşoğlu, Esin Tekin, Gökhan Yılmaz, Gökay Şenavcı, Haluk Kuşakoğlu, Leyla Yıldız, Muhittin Erkut, Murat Gül, Özlem Yeşilada Binder, Silvana Ege Binder, Songül Yılmaz, Zeynep Dinçer

Kayık1934'e Çeşitli Şekillerde Katkıda Bulunanlar: Ayrıntılı Teşekkürler için bakınız.
Eski Bodrum Belediye Başkanı ve Şimdiki Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Aras, Eski Bodrum Belediyesi Zabıta Müdürü Deniz Özyıldız, Eski Bodrum Belediyesi Güvenlik Amiri Serkan Kanik, Bodrum Deniz Müzesi Müdürü Selen Cambazoğlu, Ali Dokur, Ali Şenavcı, Ali Şengün, Barbaros Ergene, Bilal Karataş, Cana Üngün, Cem Gür, Çetin Akıncı, Deniz Kılıç, Devrim Devecioğlu, Erol Kurutaş, Fatih Avcu, Gonca Alpan Tursoy, Gökay Şenavcı, Haluk Bener, Hamdi Yörür, Kaan Kurutaş, Mehmet Uyargil, Murat Gül, Mustafa Özkeskin, Nacı Arıcı, Naftotopos.gr, Oğuzhan Ulutaş, Tanıl Tuncel, Thanasis Giannikos, Yaşar Anter, Yusuf Civelekoğlu, Zehra Denizaslanı

Kayık1934'e Maddi Katkıda Bulunan Destekçilerimiz - 119 kişi

Ahmet Demirel, Ali Boltaç, Ali Hakan Albayrak, Ali Sadık Boltaç, Ali Şengün, Arslan Ziylan, Aslı Parlak, Aslı Yurdanur, Aşkın Karaduman, Aycan Kan Ülkü, Aydın Evren Özol, Ayşe Sevinç, Azade Uslu, Behiye Zeynep Aktoğu, Beykan Askan, Burak Dikmenoğlu, Bülent Yükselen, Cahit Arseven, Can Karahasan, Canan Yurdacan, Candan Uca, Cem Turgay, Cemile Turgay,  Değer Altunay, Deniz Boltaç, Devrim Doruk, Ebe Suzan Öztürk, Ebru Çavuşoğlu, Elif Özgen, Esma Doğan, Feyha Karslı, Filiz Askan, Filiz Yavuz, Firuzan Güney, Fuat Aksun, Füsun Bumin, Gamze Özer, Gizem Yurdanur, Gonca Arayıcı, Gökay Şenavcı, Gökçe Altunay Solmaz, Gökhan Kahraman, Gülin Demirok, Gürkan Güney, Güzide Akkün, Haluk Bener, Haluk Kuşakoğlu,  Handan Karakaş, Hüseyin Peker, Ilgaz Doğrul, İpek Boltaç, İsmail Doğan, İştar Gözaydın Savaşır, Jale Alpay, Jale Pasinli, Kaan Kurutaş, Kadiroğlu Salih Öztürk, Kebire Yıldız, Lale Ak, Lale Ferenc Smekal, Leyla Yıldız, Livio Manzini, Marion Feildel, Matthias Müller Senti, Mehmet Kütükoğlu, Mehmet Uyargil, Metin Göncü, Metin Hekimoğlu, Murat Gül, Murat Necioğlu, Murat Özkan, Mustafa Cem, Mustafa Paşalı, Mübeccel Yalçın, Müjgan Bener, Nazan Kemal Gökcan, Necibe Öztürk, Nesip Tolun, Nil Tütüncü, Nuran Akkılıç, Oğuzhan Ulutaş, Osman Can Özcanlı, Osman Özkan, Oya Balkanlı, Oya Yeşilada, Ömer Karahan, Peyman Arpacılar-Köllhofer, Recep Perk, Rengin Binder, Reyhan Alpay, Reyhan Bayındır Gönenç, Rıdvan Demirok, Romain Narcy, Ruşen Germirli, Saadet Coşkun, Sabahaddin Bilsel, Sabahat Hawker, Saliha Düzel, Samer Atasi, Sedef Kaynarkan, Sercan Çağlar Erel, Seval Yeşilada Akbaş, Sevil Bilgenoğlu, Sevinç Gülsayın, Songül Yılmaz, Tankut Ülkü, Tarkan Kahvecioğlu, Tümay Altınsoy Değirmenciler, Utku Özgür Ünlü, Vahdet Ünal, Vedat Zincir, Volkan Demirkan, Yaşar Yılmaz, Yaşare Kılıç, Yerten Kalfa, Yücel Yılmaz, Yücel Ziylan, Yüksel Aymaz, Zeynep Dinçer

Kayık1934'e Malzeme Katkısında Bulunan Destekçilerimiz - 10 kişi

Ahmet Kurt: Bir adet krom admiralti demir, Ahmet Parsoy: Bir adet admiralti demir, Ayhan Güneysu: Atölye için elektrik kablosu, Devrim Doruk: İki büyük ve bir küçük güneş paneli, cankurtaran yelekleri ve biraz halat, Haluk Kuşakoğlu: Kontrol kutusuyla 1 büyük güneş paneli, İş aletleri, Mehmet Çavaş: Bir adet pulluk demiri, rMetin Göncü: İş aleti, Murat Gül: Altı adet çift dilli makara, İş aletleri Nedim Karakartal: 100 kg'lık tonoz, Salih Bingül: Pusula Zehra Denizaslanı: Bir makara halat

Kayık1934'e Lojistik Katkıda Bulunan Kurum veya Şirketler

bodrum-belediyesi-logoB.jpg
BDMingB.jpg
Girit_Dernek.jpeg
Milas Belediyesi.jpg

Logo sırasıyla: Bodrum Belediyesi, Bodrum Deniz Müzesi, Bodrum Girit ve Yunanistan Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği, Milas Belediyesi

Kayık1934'e Maddi Katkıda Bulunan Kurum veya Şirketler

Bodrum-Der.jpeg
main_logo_bottom.png

Logo sırasıyla: Bodrum Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği, Arka Ristorante Pizzeria

bottom of page