Ekolojik yaşam akla birçok şey getiriyor: organik beslenme, ekolojik tarım, tüketimi kısmak, çöp ayrıştırmak, karbon ayak izini düşürmek vs. Ya da çıtayı yükseltip kentten köye geçip daha "doğal" yaşamak. Tek başına ya da arkadaşlarla. Modern komüncülük yani. Ya da kendi başına yetmecilik. Sessizlik, huzur, yılların yorgunluğunu atma arzusu. Yorgunluk. Kilit kavram bu aslında. Yoksa bir kaçış mı? Öyle gibi.
Oysa kaçış olmamalı. Bunların hiçbiri olmamalı. Ya da belki sadece ilk başta. Neredeyse hepsi çaresizlik dışavurumları, bir kaçış arzusunun düşündürdükleri bunlar. İlk önce bu kaçış psikolojisinden kurtulmak gerek. Doğallaşmayı, bir buluşma, ya da hatta bir yeniden karşılaşma, o çok daha büyük şeyle karşılaşma, bir özgürleşme, bedenen ve zihnen özgürleşme olarak düşünmek gerekiyor doğallaşmayı.
Kavramlar
İnsan ve Doğa
Önce kavramlarla başlayayım. Verilmiş, öğretilmiş, dayatılmış kavramlarla, kavramlarımızla.
İnsan. Ve doğa. Veya insan ve doğa. Aradaki 've' sanki biraz sorunlu. Hatta tehlikeli. Sanki birleştirmiyor da ayırıyor. Sanki bir yanda insan, diğer yanda doğa diyor. İnsan ile doğa desek? Daha mı iyi? Yakınlaştırıyor gibi. Neredeyse kaynaştıracak. Peki, tek bir sözcük olsa. Örneğin, doğainsan. Ya da doğal-insan. Uygar ya da modern insana karşı yeni bir insan tanımı gibi. İkisi birlikte tek bir kavramda. İlk önce ve’yi, insan ve doğayı, sonra da ile’yi, insan ile doğayı aşmak. Belki de buradan başlamamız gerekiyor.
Ayırmışız. Bir yana insanı, diğer yana doğayı koymuşuz. Kavgaya tutuşmuşuz sonra da. Kontrol kavgasına. On bin yıl önce başlattığımız uygarlığımızın tanımı tam da bu hırs olmuş. Yanlış. Eksik demiyorum, yanlış. Düzeltelim demişiz, bu sefer de başka şekilde ayırmışız. Toprak Ana, Tabiat Ana. Doğa ne ana ne baba. Ne tanrı ne de tanrıça. Ne uyum ne de denge. Doğa bir akış, belki çok daha büyük bir akışlar dizisi içinde bir akış ama akış. Sayısız görünüşleriyle, şekil ve halleriyle bir akış ve insan da o akışlardan sadece biri.

Ne Denge ne de Uyum, Çatışmacı Akış
Dengeci değil bu akış. Öyle görüyoruz sık sık. Görmek istiyoruz ama değil. Uyumcu da değil. Aksine farklılaştırıcı ve çatışmacı. Çatışmalar arasında belli anlar var, her şeyin dengede gözüktüğü. Uyuma koşullanmış modern beyinlerimiz. Ya da koşullandırılmışız. O yüzden denge görüyoruz, dinginlik ve durağanlık, huzursal uyum ve doğayı bunlarla ilişkilendirerek doğa dengedir, uyumdur diyoruz.
Bu bizim icadımız. İlk önce bunu silmemiz gerekiyor zihnimizden. Çünkü her şeyden önce saçma bir yaklaşım. Doğa olarak adlandırdığımız şey sürekli değişen bir şey. Tüm yerküre hareket halinde, sürekli değişen bir şey. Denge ise tam tersini ifade eden bir kavram. Denge demek her şeyin olduğu gibi kalması, değişimin olmaması demek. Uyum da öyle. Mükemmel uyumun olduğu yerde aslında hiçbir şey hareket halinde değildir, hiçbir şey değişmiyor ve evrilmiyordur. Böyle bir şey olamayacağı için biyologlar dinamik denge denen bir kavram ileri sürmüştür. Doğal habitat dinamik denge halinde bir habitattır. Yani sürekli değişir ama bu değişim süreçleri belli süreler için karşılıklı denge halinde olabilirler. Ama bu dengeler biz fark edemiyorsak da yavaş yavaş değişirler. İşte bu yüzden denge yerine böyle bir akıştan bahsetmek daha doğru bir yaklaşımdır.
Bu doğa dediğimiz şey aslında dışımızdaki dünyadır, yerküremizin bizim yerleşik dünyamızın dışında kalan kısmı. Bir zamanlar terk ettiğimiz yer. Biz modernler ona doğa deriz. Onu uygarlık adını verdiğimiz yerleşik dünyamızın karşıtı yapmışız. Ama bu öyle bir karşıt ki, sanki uygarlığımızdan daha iyi bir yer. Çünkü uyumla ilişkilendirmişiz. Neden bu terk ettiğimiz yeri bizden çok daha uyumlu bir dünya olarak kabul ediyoruz? Tersi olması gerekmiyor mu? Doğal habitatları bu yüzden terk etmedik mi? Ya da bu bir tür tuzak mı? Aslında yerküremizde olmayan bir şey yaratarak, doğayı bize mükemmel uyumun dünyası olarak göstererek, bizi mi zorluyorlar böyle bir uyumun peşinden koşmaya, bizi modern işleyişin hizmetkarları yapmaya.
Denge ve uyum değil, sadece döngüler ve süreçler, yani akışlar var yerküremizde. Doğal akışlar, büyük ölçüde rastlantısal olan kendiliğinden işleyişlerini, doğal işleyişlerini izleyen akışlar.
Doğa mı Doğallık mı?
Modern beyinlerimiz somut nesneler görmeye alıştırıldığından bu akışlar yumağını da öyle görüyoruz, nesnemsi bir şey olarak algılıyoruz. Akış görmeye, algılamaya alışmamışız. Oysa o doğanın parçası olarak gördüğümüz şeylerin hepsi birer akış. Sürekli değişen, hiç de aşılmaz sınırlarla ayrılmayan akışlar, iç içe geçmeler. Muhtemelen gözlerimiz ve biz akışlar değil de nesneler görmeye daha eğilimli şekilde evrilmişiz. Çoğu kez, çok bariz durumlar dışında durağan nesneler olarak algılıyoruz bu akışları.
Doğa, eğer illa kullanacaksak bu kavramı, akışlardan ibaret. Bir ağaç, kabuğunun altında ve hatta üstünde binlerce akıştan ibaret. Her yerde sürekli bir şeyler bir yerden bir yere gidiyor, sürekli alışverişler, yer değiştirmeler, beliren, daha sonra yok olan şeyler. Sürekli enerji ve maddenin yer değiştirmeleri. Ağaç, kabuğuyla tüm bu akışlara bir geçici kılıf, bir beden aslında. Bu anlamda bir nesneleşme var ama bir akışlar dünyasını örten, ayıran bir nesne aynı zamanda.
İnsan da böyle, derisinin altında muazzam bir akışlar dünyası var. Mikroskobik bir dünya, hücreler, süratle bir yerden diğerine giden minik parçacıklar, sürekli enerji ve madde transferleri, hatta bizi kendilerine habitat yapmış tek hücreliler, bakteriler ve daha bir dolu akış. Ama sadece günlük değil, bir tür olarak sürekli dışarıdaki habitatla olan etkileşimlerden dolayı yüzlerce, binlerce yıllık çok daha büyük bir akış olarak evrimin etkisi altında bir akışlar yumağı. Tek de değiliz bu anlamda. Çeşitli türler, canlılar, hatta çeşitli cansızlar, cansızlar. Tüm bu akışların kılıfı da yerküremiz. Onun içinde yer alıyor bütün bu akışsal dünya. Her biri bir süreliğine var, sonra yerini başka akışlar alıyor. Gerçi çoğu kez çok uzun süreler bunlar ama sonuçta hepsi geçici ve hepsi çok daha büyük bir yerküresel kendiliğindenliğin içinde. İşte bunun adı doğallık ve eğer kocaman evrenin içinde kendimizi ayıracaksak yerküresel doğallık da diyebiliriz.
O akışın bir parçasıyız. Tıpkı hem bir nehrin hem de onun her damlasının su olması gibi, biz de doğayla aynı özden, onu yaratmış doğallıktan, aynı akıştan geliyoruz. Doğallık, bir yüce güç olarak yaratmadı bizi. Ne o bir yaradan ne de biz yaratılanız. Biz ve diğerleri, hepimiz birlikte yerküresel doğallığın parçalarıyız, o akışı oluşturuyoruz. Bu doğallığın milyonlarca görünüşünden, halinden biriyiz. Bu süreç, milyonlarca farklı halin belirdiği bu sürecin adı doğallık.
Doğa kavramıysa daha farklı bir şey. Her şeyden önce bir ayırma. Bu doğallıktan kopmamışsak da, ki kopmamız mümkün değil, böyle bir gücümüz yok, biz aksine inanıyorsak da yok, bundan yaklaşık on bin yıl önce kurmaya başladığımız yapay habitatlarımızı bu yerküresel doğallıktan ayırmışız. Düşünsel düzeyde ayırmışız ve bu kendimizden ayırdığımız kısma doğa demişiz. Bu ayırmadan önce doğal habitatlarda yaşarken, on binlerce yıl boyunca muhtemelen böyle bir ayrım görmemişiz. Bugün hâlâ doğal habitatlarda yaşayan topluluklarda doğa denen bir ayrımın olmaması daha önce de böyle olduğumuza işaret ediyor. Kendi yapay habitatlarımızı kurdukça ve onları birer nesne olarak algıladıkça, dışlarındaki dünyayı, dışta kalmış bu doğallığı da doğa olarak nesneleştirmişiz. Oysa akış kavramının bize çok da yabancı olmadığını çeşitli insan topluluklarında belirmiş akış anlatılarından biliyoruz. Ama sonunda nesneci doğa yaklaşımı kazanmış. En azından şimdilik.
Oysa eğer tüm bu doğallığı bir kılıfın içinde olarak algılayacaksak, bir nesne gibi göreceksek, doğru ifade doğa değil yerküre olmalı. Doğa, bu yerküreselliğin bir kısmına kendi icadımız yapay habitatlar adına el koymanın adı. Aslında tek bir şey varken onu ikiye ayırarak kendi ekolojik tecavüzümüze, ekolojik saldırganlığımıza kılıf uydurmuş oluyoruz. Eğer bu tarafta değilsek, doğa değil yerküresel doğallık dememiz, bir nesne değil bir akış görmemiz gerekiyor.
Doğal ve Yapay Habitatlar
İnsan nesne yapabilen bir canlı. Sadece doğal halde bulduğunu kullanmıyor, doğal olanı başka bir şeye dönüştürüp kullanabiliyor da. Yeni bir şey, doğal olarak yerkürede var olmayan nesneler yapabiliyor. Beyni bu yönde evrilmiş gibi. Soyut düşünme becerisinden ziyade nesne yapıcılığa yönelik düşünme becerisi daha baskın gibi. Soyut düşünme sanki beklenmedik ikincil ürünü beynimizin. Muhtemelen bu yüzden de daha nadir, üzerinde çalışılması gerekiyor.
Bu nesne yapıcılığının içinde çevre yapmak da var. Basit bir barınak ya da bir nehre çalılardan ufak bir baraj değil sadece. Yeni bir çevre, bulduğu doğal ortamı tamamen değiştiren bir çevre. Kocaman kentler mesela. Yerkürenin doğal akışlarına göre kendiliğinden belirmemiş yapay çevreler. Farklı akışlar beliriyor o çevrelerde, yerküresel doğallıktan nispeten bağımsız, doğal akışların ancak dolaylı olarak etkileyebildiği, hatta bunlara karşıt kendiliğindenliklere yol açan yapay akışlar.
Çevre Değil Habitat
İlk önce çok önemli bir ayrım. İnsan aslında çevre değil, habitat yapıyor. Daha doğrusu yapay habitat. Burada çevre kavramını tercih etmemek gerek. O da doğa gibi ayırımcı, kafa karıştırıcı bir soyutlamanın, insanı habitatından ayrı düşünmeye teşvik eden ideolojinin ürünü. Açıkçası her zaman ideolojik de sayılmaz. Böyle düşünmeye eğilimimiz de var. Oysa hiçbir canlıyı habitatından ayıramayız. Her canlı habitatıyla gelir, belirir ve evrilir. Aynı şekilde bir habitatı da içindeki unsurlardan, en başta da içerdiği canlılardan ayrı düşünemeyiz. Her zaman bir canlı-habitat ikilisi vardır. Bu aslında tektir ve böyle de düşünmek zorundayız. Bunları ayrı görmemiz bizi böyle düşünmeye zorlayan, habitatı sadece kaynak olarak düşünen ideolojik yaklaşımın yarattığı bir tutumdur. İşte çevre tam da böyle bir yaklaşımda ortaya çıkıyor. Oysa ancak insan ürünü habitatlarda bir çevreden bahsedilebilir. Onun haricinde, yerküremizde hep habitatlar vardır, çevreler değil. Dolayısıyla doğal habitatları çevre olarak adlandırmaya başladığımızda ve onları koruma çabalarımızı da çevrecilik olarak adlandırdığımızda aslında farkında olmadan doğal habitatları kaynak olarak gören zihniyete hizmet etmiş oluyoruz. Çevre mücadelesi ancak yapay habitatların içinde yürütülebilir. Yapay habitatlarımızın dışındaki alanlar doğal habitatlardır, bizim çevremiz değil.
Yapay Habitattaki Yapayın Anlamı?
Yalnız insanın yaptığı habitat doğal değil, yapaydır. Belki bir gün doğal habitat yapmanın yolunu da öğreneceğiz ama şu anda sadece yapay habitat yapabiliyoruz. İlk önce doğal/yapay ayırımıyla başlayayım. Çok kafa karıştırıyor. Yapay deyince aklımıza ilk gelen yapmak oluyor. Aslında tam olarak o değil. Zaten bir şeyin insan ürünü olduğunu vurgulayacaksak, doğru ifadeler insan yapımı veya yapma olmalı. Yapay sözcüğü bir şeyin doğal olmayan kopyası veya versiyonu anlamında kullanılmalı, yani eski söyleyişte bir şeyin suni olması. Burada her ne kadar insan yapımı olmaya vurgu varsa da sözcüğün asıl vermeye çalıştığı anlam bir şeyin doğal olmaması, bir taklit olmasıdır. Günümüzde dilimizdeki bu ayrım kısmen kayboldu, bu yüzden de sık sık kafa karışıklığı beliriyor bu kavramla ilgili. İnsan yapımı bir taklit olarak anlaşılacağına, insan yapımı olarak anlaşılıyor. Burada yapay habitat derken orijinal anlama sadık kalıyorum, yani doğal habitatın taklidi anlamında bir habitattan bahsediyorum.
İnsan Doğalsa Yaptıkları da Doğaldır Argümanı
Yapaylıkla ilgili bu anlam karışıklığının yol açtığı bir yanlış argüman da bu bağlamda sık sık karşımıza çıkabiliyor. Argüman şöyle: İnsan doğalsa, çünkü bu yerkürede evrilmiştir, yani doğal habitatlarda, dolayısıyla doğal bir varlıktır, o zaman onun yaptığı her şey de doğal kabul edilmelidir. Çünkü her ne yapıyorsa yapsın, sonuçta doğada evrilmiş bir canlının ona özgü davranışlarının veya özelliklerinin ürünü olduğundan o da doğal kabul edilmelidir. Eğer bu onun ürünü bir habitatsa o da doğaldır. Çünkü doğal bir varlık yapmaktadır bu habitatı. İlk başta ikna edici gelse de bu argüman aslında ciddi bir boşluk içermektedir. Doğal bir şeyin sonucu veya ürünü her şey doğaldır demekte ama doğal olanın niye doğal kabul edilmesi gerektiğini açıklamamaktadır. Bu doğallık tanımına göre aslında her şey doğal olmaktadır ve böyle olunca da doğal yapay ayrımına gerek kalmamaktadır. Kısacası, doğada olan her şey doğaldır deyip sıyrılmaktadır işin içinden. Gerçi bu basit bir meseleden sıyrılma değil, aslında tehlikeli bir ideolojik manevradır. Böylece doğallığa aykırı her şey, her türlü ekolojik kriz, toplumsal karışıklık vb her şey doğal ve dolayısıyla da kaçınılmaz ilan edilmektedir.
Kendiliğindenlik
Oysa doğallığı doğada olmakla değil (zaten doğa kavramı da bir icattır), kendiliğindenlikle bağlantılı düşünmeliyiz. İnsan doğaldır, çünkü onu ayakta tutan süreçler kendiliğinden çalışır. Ama bu ne tür bir kendiliğindenliktir? Bir kere başladıktan sonra kendiliğinden devam eden, kendisini sürdürülebilen yapı ve süreçlere mi doğal diyeceğiz, yoksa başlangıcın da mı kendiliğinden olması gerekiyor? Burada bir şey daha olması gerekiyor.
Burada bahsedilen kendiliğindenlik özünde enerji temininin niteliğiyle ilgili. Doğal oluşumların veya süreçlerin enerji temininin kurulması, ayarlanması veya örgütlenmesi gerekmiyor. Örneğin, bedenimizin nasıl enerji temin edeceğine kafa yormamıza gerek yok. Bunu bizim dışımızda sağlayan bir düzenin, bir işleyişin parçasıyız, kendiliğinden yürüyen bir işleyişin. Örneğin, bir masa için gerekli tüm bileşenleri bir araya getirin, o süreci başlatacak enerjiyi temin etmezseniz, o bileşenlerin hiçbiri bir araya gelip o masayı yapmayacaktır. Daha sonra yaptıktan sonra da sürdürülebilmesi, çürüyüp yok olmaması için sürekli enerji sağlamanız gerekecektir. Doğal oluşum ve süreçlerde bu kendiliğinden olur. Ortaya çıkan her neyse bu çoğu kez uzun bir sürecin sonucudur ve bu sürecin enerjisi kendiliğinden vardır, birilerinin veya bir şeylerin bunu temin etmesi gerekmez. Ama en önemlisi bu enerjinin işe koşulması gerekmez. Bu işe koşulma da kendiliğindendir. Bir değişiklik olana kadar bu işleyiş bu şekilde sürer.
Kör Kendiliğindenlik
Bu tanım ilk anda yeterli görülebilir. Büyük ölçüde de yeterli. Büyük ölçüde diyorum, çünkü aslında tam bir kendiliğindenlik sunmamaktadır. Çünkü yapay kabul edilen süreçler de bir süre sonra buraya ulaşabilir. Bugün olmasa da daha ileri bir tarihte o tür teknolojiler üretebiliriz. Doğallığın ne olduğunu tam anlamıyla kavrayabilmek için o kör ifadesine ihtiyacımız var. Doğal hiçbir oluşum veya süreç tasarlanmaz. Burada insan türü bir zekanın tasarlama faaliyetinden bahsetmiyorum. Tasarlanmaz derken çıkan son ürüne bakarak ondan önceki evreler arasında ilişki görmek, yani bir neden sonuç ilişkisi bile kurmak, eğer konumuz doğallıksa anlamsızdır. A ve B bir araya geldiği için C olmuştur diyebilirsiniz ve bunu dediğiniz anda tasarımsal bir oluşumdan bahsetmektesinizdir. Çünkü evet, A ve B bir araya geldiği için C olmuştur ama A ve B bir araya gelmemiştir. Bir şeyler olduysa tamamen tesadüfen olmuştur.
Doğal enerji ve madde alışverişleri bu anlamda tamamen amaçsızdır. Bir şekilde olmaktadırlar ve bu olmalar sırasında bir şeyler beliriyorsa, bir şeyler ortaya çıkıyorsa, bunların onları getirdiği düşünülen enerji ve madde alışverişleriyle ilgisi yoktur. Yapay habitatsa tam tersine her zaman tasarımla başlar. Ne kadar ilkel olursa olsun, enerji ve madde alışverişi ilk önce her zaman tasarımsaldır. Yapay habitat amaçlı bir örgütlenmedir. Doğallıkta böyle bir şey yoktur. Eğer ortaya insan çıktıysa, evet, bu bir sürecin sonucudur ama o sürecin hiçbir kademesinde enerji ve madde alışverişleri böyle bir şey için gerçekleşmemiştir. Eğer belli süreçler bizi bedenen sürdürüyorlarsa, burada da amaçbedenen sürdürülmemiz değildir. Onlar bir şekilde bizi sürdürüyordur ama hiçbir zaman bizi sürdürmek için evrilmemişlerdir. Bir habitatı sürdürmektedirler, bizi değil.
Doğal süreçler sırasında sürekli bir şeyler olmaktadır. Örneğin, insan gibi epey karmaşık bir canlı çıkmıştır. Bu bir tasarım gibi gözükebilir ama bu milyonlarca yıl boyunca enerji ve madde alışverişleşmelerinin tesadüfen açtığı çeşitli yolların, süreçlerin geldiği bir duraktır. O bedenin içinde olup bitenlerin dışarıyla çok da ilgisi yoktur. Bedenin içinde olup bitenler daha çok bir habitatın bileşenleridir. Bu şekilde evrilmişlerdir ama bu habitatın bir hayvan türüne karşılık gelmesi tamamen farklı ve tesadüfi bir oluşumdur. Bu ikisi arasında bir bağlantı yoktur. Bu habitattın evrimi sırasındaki enerji ve madde alışverişleri bu sonucu getirmiştir.
Doğal Habitat
Doğal habitat işte tam da bu oluyor. Sürekli bir şeyler olmaktadır enerji ve madde alışverişleri anlamında. Bu sırada bir şeyler belirmektedir ve bu bir şeylerin sebebi bu enerji ve madde ağlarında gerçekleşen süreçlerdir ama o beliren şeylerin belirmesine özgü bir süreç olmadığı görülmektedir. Doğal habitat, çok ama çok sayıda sürecin rastlantısal bir araya gelmesinin sonucu olarak çıkmaktadır karşımıza. Hiçbir şekilde bir tasarım söz konusu değildir, bilinçli veya bilinçsiz. Yani tasarım derken sadece zeka ürünü bir şeyden bahsetmiyorum. Süreçlere bakıp bu süreçler şuna yol açabilir anlamında, daha çok neden sonuç ilişkileri bağlamında bir tasarımdan bile bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Geriye giderek nasıl evrildiğini çözmek mümkün olsa bile, ne aynı başlangıç koşullarının tekrar aynı sonucu getireceğinin garantisi vardır ne de bir süreliğine bile nasıl bir yön alacağının ipuçlarını görmek mümkündür. Doğal habitat bu anlamda kör kendiliğindenliği olan bir oluşumdur. Hatta bu sebeple doğal habitatı doğal habitat olarak tanımlamak bile zordur denebilir.
Yapay Habitatın Tasarımsallığı
Yapay habitatsa tam tersine tasarımsal bir habitattır. Başlangıcında bu açıkça gözükmese de, ve çok uzun süre böyle kalabilir de, zaman içinde hedefçilik ve tasarımsal örgütlenme açıkça öne çıkar. Doğal habitattan en büyük farklılığı da budur. Evet, kurulması ve sürdürülmesi için başka birilerinin veya şeylerin enerji temin etmesi şarttır. Belki bu ileride değişebilir ama şu anda örneğin bir masayı yapmak ve sürdürmek için ya insan ya da makine çabası ve bu çabayı yürütecek enerji gereklidir. Malzemeleri masayı kendiliğinden yapamazlar.
Aslında doğal habitat veya onun sebebi yerküresel doğallık da böyle bir şey yapmamaktadır. Çünkü yerküresel doğallığın hiçbir süreci bir doğal habitat yapmak ve sürdürmek için değildir. Ama bu süreçler sayesinde ortaya bir habitat çıkar ve sürer. Yapay habitat diye bir şey yoksa ortalıkta o zaman bunun adı sadece habitattır. Ancak yapay habitatın belirmesiyle birlikte bu habitata doğal etiketini iliştiririz.
Yapay habitatınsa onu yapan ve sürdüren süreçleri vardır; olmak zorundadırlar. İlk başta bu gözükmese de böyle bir tasarımsal hedef bir süre sonra gözükür ve işte bu yüzden de doğal değildir. Onu ortaya çıkaran insanlar doğal süreçlerin ürünü, yani kör kendiliğindenliğin sonucu ya da hakim dille doğal bile olsalar, yapay habitat yine de doğal değildir. Çünkü onun oluşumunda artık kör kendiliğindenlik yoktur. Süreçler kör değildir; yapay habitatı oluşturmak ve sürdürmek içindirler. Yani süreçsel bir tasarım vardır. Başlangıcından bir süre sonra bazı süreçlerin işlevlerinini yapay habitatı ayakta tutmak oldukları görülür.
Yapay Habitatın Enerji İhtiyacı
Bu ayakta tutma fazladan bir iştir. Birileri veya bir şeyler bu işi üstlenmelidir ama bir de bu işi yürütecek enerji bir şekilde temin edilmelidir. Görüldüğü gibi, yapay habitatın doğal habitattan farklı bu özelliği, yani hedefsel ve/veya tasarımsal bir oluşum olması doğal habitatta olmayan habitatı ayakta tutma işi yapmayı ve bunun için enerji üretmeyi gerektirir. Bu da birilerine veya bir şeylere çıkacak bir fatura demektir. Çünkü bu enerji bir yerden gelmelidir ve bu işin sonunda çıkacak atık da bir yere gitmelidir.
Yerküresel doğallık tam bir işleyiştir; ne eksiktir ne de kullanmadığı fazlalığı vardır. Yapay habitatın bu tür fazlalıkları için ayrılmış ne kaynak ne de yer vardır. İnsan bir doğal işleyiş ürünü olarak bu işleyişin parçasıdır. Onu sürdüren enerji zaten bu doğallığın içindeki enerji ve madde alışverişlerinin parçasıdır. Ama kendisine bir habitat yapmaya kalkıştığında bunun enerji ve yer olarak karşılığı yoktur yerküresel doğallıkta. Belki uzun bir evrimin sonucunda bu olabilir ama insanda gördüğümüz kısalıkta bir sürede bu talep karşılıksızdır. Dolayısıyla zorla alınması gerekecektir. Habitat kurucusu insanlar olarak tam da bunu yapmaktayız. Bunun belki daha ekolojik bir yöntemi bulunabilir belki ama şu ana kadar buna pek kafa yormadık ve bugüne geldik. Ekolojik krizler artık buna kafa yormamız ya da sonuçlarına katlanmamız gerektiğini söylüyor.

Yapay Habitatın Belirişi
"Bazı İnsanların" Yerleşik Yaşama Geçişi
İlk önce doğallık vardı, yerküremiz ve onun doğallığı, doğal, yani kendiliğinden süreçleri. Bu doğallığın bir yerinde, tıpkı birçok canlı ve cansız gibi, biz evrildik, biz, insanlar. Bu süreç içinde evrildiğimiz için de bedensel anlamda bu doğallığa uyumluyuz. Ayrıca çok uzun süre doğal habitatlarda, yerküresel doğallığın içinde var olduk. Ta ki bir gün bir kısmımız farklı bir yönde gitmeye, kendi habitatlarını kurmaya karar verene kadar.
Bu değişim yerkürenin sonuncu buzul çağından çıktığı döneme, yani soğuktan sıcağa bir iklim değişimine denk geldi. Bu sırada başladık kendi habitatlarımızı yapmaya. Hepimiz değil ama; sadece bir kısmımız. Ve her yerde aynı ölçekte ve nitelikte de değil. Bu bir kısmın arasından bir kısmımız bu habitatların başlangıçtaki en basit hallerinde kaldı. Pek değişmediler. Bir kısmımız da çok büyük uygarlıklara dönüşerek sonunda bugünkü modern kapitalist dünyada buluşacakları yola girdi. Derdimiz bu ikinci grupla başladı.
Yepyeni Bir Faaliyet: Çalışma
İlk önce şunu belirtmek gerekiyor. Bu bilinçli bir geçiş değil, rastlantısal bir süreç. İnsanlar bir araya gelip kendi habitatımızı yapalım demediler. Muhtemelen habitat denen kavrama bugün bizim kadar hakim değillerdi. Bizim bile ne kadar hakim olduğumuz şüpheli.
Yapay habitatlarda belli bir eşik aşıldığında, yani insanlar kendi barınakları dışında ortak alanlar yapmaya başladıklarında, enerji ihtiyacı da artıyor. O evrede bu enerjiyi sağlayacak tek bir kaynak var: İnsan. Çok uzun süre de değişmiyor bu. Hammadde temin edilecek, getirilecek, ardından söz konusu şey yapılacak ve en son olarak da hemen yok olup gitmemesi için bu şeye bakılacak. Böylece yepyeni bir faaliyetle tanışıyor insanlar: Çalışmak.
Elbette yepyeni değil bu faaliyet türü. İnsan çalışıyor ama sadece temel ihtiyaçları için, bir habitat yapıp sürdürmek için değil. Yerleşik yaşam geçişle birlikte bu değişiyor. Artık bu yeni yapay habitat için de çalışması gerekiyor. Bu nadir rastlanan bir durum canlılar dünyasında. Burada basit bir konuttan veya mega konuttan bahsetmiyoruz, bir çevre kurulması ve bunun sürdürülmesi gerekiyor. Bunu neredeyse hiçbir canlı yapmıyor ve insan da on binlerce yıl bunu yapmadan yaşamış. Hatta daha önceki insan türlerine de bakarsak milyonlarca yıl böyle bir şeye ihtiyacı olmamış. Ta ki yerleşik yaşama kadar. Demek ki insanın olmazsa olmaz bir özelliği değil bu, habitat yapmadan da yaşayabiliyoruz.
Yerküresel Doğallığın Bozucu ve Yıkıcı Etkilerinin Engellenmesi Şartı
Ama yapıyoruz, en azından son on bin yıldır, ve artık yapay habitatlarımız olmadan yaşamamız da pek mümkün değil gibi. Neden bu yola girdik? Burada bunun açıklamasına girmeyeceğim. Daha ziyade çalışma faaliyetiyle başlayarak yapay habitatın belirmesinin biz insanlarda ve yerküremizde ne gibi temel sorunlara sebep olduğundan bahsedeceğim.
Yapay habitatın en önemli farklılığı düzenli çalışma şartıyla birlikte gelmesi. Çünkü başka türlü var olamıyor. İki tür çalışma gerekiyor. Yapmak için ve sürdürmek için. Yapay habitatı sürdürmek aslında çalışmanın büyük kısmını oluşturuyor ve çoğu kez daha fazla yapmayı teşvik ediyor.
Yapay habitatın üzerinde yükseldiği alan ya da yer her zaman yerküresel doğallıktan gelmek zorunda ama bu hiçbir zaman doğal işleyişin etkilerinin sıfırlandığı anlamına gelmiyor. Yapay habitat yapmak demek, yerküresel doğallığın parçası olan bir yere el koyarak orayı belli bir tasarıma göre dönüştürmek demek. Fakat oradaki bitki örtüsünü, hayvan dünyasını, dağları, taşları, jeolojik yapıyı, yani her şey değiştirilse, hatta ortadan kaldırılsa bile, yapıyoruz da bunu, yine de hiçbir zaman yerküresel doğallığın etkilerini sıfırlanmıyor. Çünkü imkansız. Çünkü yerküredeyiz.
Sıfırlayamadığımız için de yapay habitat sürekli yerküresel doğallığın bozucu ve yıkıcı etkilerine maruz kalıyor. Ancak organik varlıklar buna direnebiliyor. O da ancak belli bir süre. Yapay habitatın böyle bir şansı yok; sürebilmesi için sürekli desteklenmesi gerekiyor. Bu yüzden yerleşik insanın önceliği en baştan beri yapay habitatı yerküresel doğallığa rağmen sürdürmek olmuştur. Bu da çalışma ve enerji temini demektir. Çok övündüğümüz "Uygarlık Tarihi"miz bir bakıma bu yanlış direnişin tarihinden başka bir şey değildir.
Yapay Habitatın Enerji İhtiyacının Kontrolsüz Büyümeyi Teşvik Etme İhtimalinin Belirmesi
Yerleşik yaşamın henüz son derece basit olduğu evrede bu ciddi bir sorun olmayacaktır. Yerleşiklik bu düzeyi aşmadığı sürece, ki dünyamızın bazı bölgelerinde çok uzun süre kaldığını görüyoruz, doğal süreçlerin yıkıcı etkilerine karşı direnmek ne ekonomik ne toplumsal ne de kültürel açılardan büyük bir yatırım istemeyecektir. Ama ya aşarsa?
Yani yapay habitat bu evrede kalmayıp giderek büyümeye başlarsa ve daha da kötüsü habitatın sürdürülmesi sorununun çözümü onun büyümesi olarak görülürse işler çığırından çıkabilir. Çıkabiliyor, artık apaçık göründüğü üzere. Böyle bir durum bir anda sürekli büyüyen ve yayılan bir yapay habitata yol açabiliyor. Bu da haliyle daha fazla enerji ve dolayısıyla yerküresel kaynakların daha fazla kullanılması ve tüketilmesi anlamına geliyor.
Bu büyüme durmadığında, yapay habitatı sürdürmenin yöntemi bu yapıldığında, yerküresel doğallığın bozucu ve yıkıcı etkileri de yerlerini ilk önce bölgesel, daha sonra da küresel ekolojik krizlere bırakır. Böylece artık sorunumuz da bu yapıları, bu kentleri iklimin ve diğer doğal süreçlerin bozucu, çürütücü, yıpratıcı etkilerinden nasıl koruruz, bu kurduğumuz habitatımızı bunlara rağmen nasıl sürdürebiliriz olmaktan çıkar. Çünkü artık bu bitmeyen tecavüzlerimiz sonunda görece uyumu bozulmuş, bir bakıma kontrolden çıkmış yerküresel doğallığın bize ve diğer canlılara zamanla küreselleşen ekolojik krizler olarak yansıyacak büyük dönüşümü başlamıştır.
Büyümenin Kapitalizmle Eşleşerek Tüketim Kültürüne Dönüşmesi
Sorun bir tek kontrolden çıkmış büyüme olsaydı, belki daha baş edilebilir olabilirdi. Ama bu büyüme zaman içinde onu daha da fazla teşvik eden, hatta her şeyin baş tacı eden kapitalist ideolojiyle eşleşince, bu birliktelik yerküresel kaynakların daha da vahşice kullanılmasına ve belki de hiçbir şekilde geri dönülemeyecek bir eşiğin aşılmasına sebep olur. Her ne kadar kapitalizm bir ara gücünü yitirmiş, yerini daha az vahşi ekonomik ideolojilere bırakacakmış gibi gözükmüşse de, bu olmaz ve eskisinden daha güçlü bir şekilde geri gelir.
Gücü, insanların çoğunu etkisi altına alacak bir tüketim kültürüyle gelmesinden kaynaklanır. Kapitalizm bu yeni evresinde bir yandan üretilen nesnelerin ömrünü kısaltmış, diğer yandan da nesne sahibi olmayı birey olmakla, öne çıkmakla birleştirmiştir. Nesne sahibi olmanın yerini büyük ölçüde son modellere sahip olmak, dolayısıyla da sürekli nesne yenilenmesi almıştır. Ama nesnelerin ömrünü kasıtlı olarak kısaltarak da bu sürece katkıda bulunmuştur. Sonunda, faaliyetler de dahil olmak üzere her şey satın alınarak tüketilebilen şeylere dönüşmüştür. Bu evrede teknolojinin gelişmesiyle insanların hassas oldukları uyarıcıların da daha fazla tüketim için kullanılmaya başlaması bu tüketim kültürünün çok farklı ve ekolojik açıdan çok tehlikeli bir yere evrilmesine sebep olmuştur. Bu elbette beraberinde görülmemiş bir büyüme ve kaynak kullanımını da getirmiştir. Böylece kapitalizm gerçek anlamda bir kültüre dönüşmüştür.
Bedeli Çok Yüksek Bir Habitat Türü
Yukarıda bahsettiğim büyüme sarmalına girdiğinde karşımıza bedeli çok yüksek bir habitat çıkıyor. Tarihsel veriler yapay habitatın böyle bir sarmala kapılma ihtimalinin hiç de düşük olmadığını gösteriyor. Peki, bu evreden itibaren neden bedeli yüksek bu habitatın? Birincisi, sürekli artan enerji ihtiyacı. Bu ihtiyaç henüz bir platoya ulaşmış değil ve habitatın işleyişine baktığımızda böyle bir şey mümkün gözükmüyor. Çünkü sürdürülebilirliği sürekli büyümesine bağlı.
İkinci de talep ettiği çok büyük özveri. Ekolojik tartışmalarda bu ikincisi pek konuşulmuyor, sanki insanın bir tür olarak bir habitatı ayakta tutma yükümlülüğü veya özelliği varmış gibi. Aslında sorun da bu zaten, yok. Tartışmalar sık sık enerji tüketimine çekilerek nispeten teknolojik çözümlerle halledilebilecek bir sürdürülebilirlik sorunuyla karşı karşıya olduğumuz fikri dayatılıyor. Bu kısma hiç girilmiyor.
Büyüme sarmalına girdikten sonra yapay habitatın sürdürülmesi giderek daha fazla insan yaşamının bu işe koşulması ve büyük ölçüde feda edilmesiyle mümkün olabiliyor. Tarihsel veriler ortada ve bu hâlâ pek değişmiş değil. Sürekli kültürel anlatı ve söylemlerle bu yüksek bedelin gerekliliğine ikna edilmeye çalışılmamız da ortada yanlış bir şey olduğunu gösteriyor zaten. Güya bu sayede doğal habitatlarda olmayacak büyük avantajlarımız oluyor, oralarda var olmuş çok kritik sorunlarımıza çözümler geliştiriyoruz, eğer bu uygarlıkları kurmasaydık diğer türler karşısında hiçbir şansımız olmayacaktı ve benzeri iddialar. En az 150.000 yıl yapay habitatlar kurmadan doğal ortamlarda yaşamış olmamız daha baştan çürütüyor bu iddiaları. Eğer öyle yaşayabiliyorduysak, tam olarak ne kazanıyoruz bu büyük özverimiz karşılığında?
Bu büyük özverinin sonunda elimizde toplumsal, siyasal, kültürel ve ekolojik krizlerle dolu bir dünya olduğunu dikkate alırsak, pek de bir kazancımız olmamış gözüküyor. Bu mu kendimizi feda etmemiz istenen habitat türü? Sürdürmesi bu kadar pahalı bir habitat türü, modern kapitalist habitat da diyebiliriz buna, ve sonunda getirdiği de bir sürü dert, sorun, kriz.
Bu yüksek bedel sadece giderek artan enerji ihtiyacından da kaynaklanmıyor. Doğal alanları ve canlıları tehdit potansiyeli doğal habitatlara göre çok daha yüksek ve hatta var olması için bunun olması gerekiyor. Son olarak da o derece yüksek ki bu habitat türünü sürdürmenin bedeli, bir canlı türünün, evrimsel işleyişe aykırı bir şekilde kendisini feda etmesi gerekiyor.
Bu habitat türü bizden yaşamlarımızı talep ediyor. Hiçbir tür böyle bir iş için evrilmez. Saçma ve zaten en az 150.000 yıllık geçmişimiz de böyle olmadığını gösteriyor. Buna evrilmedik, bu habitat zorluyor bizi böyle yaşamaya.
Ekolojik İkilem
Evet, "buna evrilmedik". Meselenin özü de burada. Biz böyle bir habitat için, bu habitatın sunduğu yaşam koşulları için evrilmedik.
İlk önce biz vardık. Tek başımıza, bir kısmımızın daha sonra, çok sonra kurmaya başlayacağı yapay habitatlarımız olmadan, onlarsız, onlardan çok önce. Doğadaydık, doğal habitatlarda, on binlerce yıl, kabaca 140.000 yıl. Nerede yerleşik yapay habitatlarımızda geçirdiğimiz son on bin yıl, hatta aslında daha da az eğer saymaya kentsel evresinden başlarsak bu habitatların, nerede doğal habitatlarda geçirdiğimiz 140.000 yıl. Bu minimum rakam, yoksa bence en az 200.000 yıl. Ama zaten bu sadece tür olarak bizim geçirdiğimiz zaman. Daha önceki evrimsel atalarımızı da katarsak bu hesaba, rakam milyonlarca yıla çıkıyor. Yerküresel doğallıkta, doğal habitatlarda milyonlarca yıl, yapay habitatlardaysa en iyi ihtimalle on bin yıl.
Yerküresel doğallığın içinde, onun içinden evrildik, onun doğal süreçleri yaptı bizi.Ne var, ne yok, tüm özelliklerimiz yerküresel doğallığın habitatlarında yeşerdi, belirdi, gelişti.
Dolayısıyla, bu öyküyü bir bakıma tersine çevirmek, bu sonradan kurduğumuz yapay habitatlar sayesinde O yüzden çok büyük bir çarpıtma, bu çok sonra kurduğumuz habitatlarımız olmadan
Yani ihtiyacın olan şey sen evrildikten on binlerce yıl sonra evrilecek, biz Homo sapienslerin durumunda aşağı yukarı 140.000 yıl sonra. Böyle saçma bir şey olabilir mi? Eksik bir yanımız yok, biz de diğerleri gibi tam bir türüz. Görece fiziksel zayıflığımız yaşamamıza engel değil ama zaten tüm türlerden zayıf da değiliz. Bizim gibi fiziksel açıdan zayıf birçok canlı var. Yani diğer canlılar gibi biz de teknolojiye ihtiyaç duymadan yaşayabilecek kapasitedeyiz. Sadece biz Homo sapiensler değil, bizden önceki homo türleri de milyonlarca yıl teknolojisiz yaşamış, hatta bir kısmının döneminde ateş bile yokmuş.
Fakat bu argümanı değiştirip bu kadar kalabalık bir arada yaşayabilmek için teknolojiye gerek var denirse o daha anlaşılır bir iddia ve zaten sorun da burada. Tüm bu teknolojiler hayatta kalmamız için değil, bu kadar kalabalık halde var olabilmemiz için gerekli. Kalabalık gruplar olarak var olmak doğamızda, yani evrimimizde yok. Ya buna evrileceğiz, ki o bugünkü koşullarda pek mümkün gözükmüyor, ya da bu bize doğal olmayan durumun yarattığı stresi ortadan kaldıracak başka araç veya yöntemler bulacağız. Teknoloji burada devreye giriyor. Elbette insanın teknoloji kullanımı bu şekilde başlamıyor ama bir süre sonra bu yönde de kullanmaya başlıyoruz. Yapay habitat da bu anlamda bir teknoloji ve bu teknoloji bizi zamanla tamamen kendisine hizmet ettiğimiz hayatlara mahkum ediyor. Yapay habitat bu yanıyla kanser hücresini hatırlatıyor. Doğal habitatları sömürerek ve hatta sık sık yok ederek tüm yerküreye yayılmış.
Yeni bir faaliyet türü olarak çalışmaya işaret ettim, evrilmediğimiz bir faaliyet türü olarak. Şimdi de yine evrilmediğimiz bir durum olarak kalabalıklaşmayla karşılaşıyoruz. Belli bir grup büyüklüğünün ötesindeki grupları kaldıracak doğal zihinsel alt yapımız yok ve bu eşik çok ufak bir rakam. Bunun ötesinde ancak beynimize ek araçlarla kalabalıklaşmanın yarattığı stresle mücadele edebiliyoruz. Bir örnek daha vereceğim. Bu sefer günümüz modern toplumundan: Gece yaşamı, yani günlük gündüz faaliyetlerimizin çoğunun karanlık gece saatlerine kaymış olması.
İnsan bir gece hayvanı değil, yani faaliyetlerinin bir kısmını veya tamamını geceleri yürüten bir canlı değil. Hava karardıktan bir süre sonra uyuyoruz, faal değiliz. Temel faaliyetlerimizi gündüzleri yürütüyoruz. Nedir bunlar? Karnımızı doyurmak, sosyalleşmek ve en önemlisi de cinsel faaliyetlerimiz. En önemlisi dedim, çünkü öyle. Hayatımızın büyük kısmını, gençlik yıllarımızın tamamını cinsellik düşünerek, cinsel etkileşimle geçiriyoruz. Bu da çok normal. Çünkü her canlı gibi biz de çoğalmaya evrilmişiz.
Cinsel açıdan faal saatlerimiz, erkeklerle kadınlarınki biraz oynasa da gündüz saatleri ama modern toplumda o saatlerde çalışmak zorundayız. Bu elbette bizi durdurmuyor ama epeyce kısıtlıyor. Cinsellik dışı sosyalleşmemiz de aynı şekilde hem yapay habitat çalışmasının sınırlı ortamlarında hem de geceleri ya da çalışma aralarında olmak zorunda. Daha da olumsuz olan bir durum, yapay habitatın kalabalık dünyasından dolayı birçok seçmediğimiz veya hatta tanımadığımız insanla da sosyalleşmek zorunda olmamız. Tabii ne kadar olabiliyorsa, çünkü çalışıyoruz. Kalabalık ortamlarda yaşamak gibi, tanımadığımız insanlarla sürekli etkileşimde olma zorunluluğu da doğamızda olmayan bir özellik.
Bu evrimimize doğal olmayan durumları, yani bu alanlarda da doğal yapımıza aykırı davranma zorunluluğunu da yapay habitat dayatıyor. Bu yüzden de hem sosyalleşmemiz hem de cinsel faaliyetlerimiz epeyce kısıtlanıyor, çoğu kez de sekteye uğruyor. Ama daha da önemlisi, bu zamansal sıkışıklık örneğin cinselliğimizi farklı bir boyuta taşıyor ve panik içinde sadece eylemin kendisine yoğunlaştığımızdan cinsellik değil, sadece fiziksel keyif ve üreme öne çıkıyor. Bu bir sorun mu? Evet, bizim gibi cinselliği karmaşık canlılar için önemli bir sorun.
Çalışma, kalabalıklaşma ve en başta cinselliğimiz olmak üzere günlük faaliyetlerimizin önemli bir kısmının geceye, yani karanlık saatlere kayması. Üçü de doğal habitatlarda evrilmediğimiz, bize yapay habitatlarımızın dayattığı koşullar. Bu listyi uzatmak mümkün ama ekolojik ikilemimizi göstermek için şimdilik bu üç örnek yeterli. Nedir bu ikilem?
Yapay habitat, yani yaklaşık on bin yıl önce gelişigüzel şekilde belirmiş ve bugün modern kapitalist yaşama evrilmiş bu habitat türü insana, bedeninin evrilmediği yaşam koşulları, habitat koşulları dayatıyor. Milyonlarca yıldır yerküresel doğal habitatların döngü, ritim ve süreçlerine göre şekillenmiş bedenlerimizi hiç alışmadıkları koşullarda yaşamaya zorluyor. Milyonlarca yıldır doğal uyaranlarla etkileşim içinde evrilmiş bedenlerimiz son on bin yıldır hiç de alışkın olmadıkları yapay habitatlarda yaşıyorlar.
Peki sorun ne? Bedenlerimizin alışkın olmadıkları ortamlarda yaşamaya zorlanması neden sorun? Zamanla alışmaz mı bedenlerimiz bu yeni koşullara? Olabilir tabii ama alışamıyorlar. Aksine stres üretiyorlar. Basit bir deney düşünelim. Dünyamızda çeşitli iklim alanları var. Bazı yerler çok sıcak, bazı yerler çok soğuk ve bazı yerlerse çok nemli. Modern çağa kadar insanlar çok fazla yer değiştirmemişler ve dolayısıyla binlerce yıl içinde uyum sağladıkları yerlerde yaşamışlar. Eğer bedeniniz çok sıcak ve nemli ortamda yaşayacak şekilde evrilmediyse, aniden böyle bir ortama girdiğinizde buna tepki vererek normalde evrildiği habitatla arasında var olan uyumu yeniden kurmaya çalışacaktır. Örneğin, böyle bir durum sergiliyorsanız, çılgınca terlemeye ve su içmeye başlayabilirsiniz. Üzerinde çok düşünmeden "ben çok terlerim" deyip geçirseniz de bu durumu, bedeniniz o sırada stres altındadır, alıştığı uyumu yakalamaya çalışmaktadır. Bedenimizin böyle bir surumda su tüketimini arttırması bu çözümlerden biridir. O habitata uyum sağlayamadığı sürece de buna devam edecektir ve elbette sağlayamayacaktır. Çünkü bireyler evrilmez, ancak topluluklar ve dolayısıyla türler evrilir. O zaman ya alıştığınız habitata geri döneceksiniz ya da bedensel kapasitenizi bu anlamda geliştirecek başka araçlarla, yani teknolojiyle bu sorunu çözmeye çalışacaksınız.
Yapay habitata geçiş bedenlerimiz üzerinde böyle bir durum dayatmış ve dayatıyor. Burada sorun örnekteki gibi basit bir iklimsel farklılık değil, yapay habitat çok daha fazlasını dayatıyor: Yapımıza son derece yabancı bir dolu çeşitli faaliyet ve durumlar. Bunlar doğal habitatlarda evrilmiş bedenlerimizin strese girmesine sebep oluyor. Bunların hepsi bir anda ve en başta belirmemiş elbette. Bazı yapay habitatlar aynı yerde kalmıştır ama bazıları da giderek daha karmaşık habitatlara dönüşmüş ve evrimimize yabancı faaliyet ve durumların sayısı giderek artmış.
Bir çözüm elbette evrimin çeşitli şekillerde tekrar kendini göstermesi ve uzun süre sabit kalmış yapay habitatlarda bazı konularda bu olmuş. Olumsuz koşulların çok daha fazla stres yaşattığı bireyler yavaş yavaş elenmiş. Ama sabit kalmayan ve giderek karmaşıklaşan yapay habitatlarda, özellikle bu karmaşıklaşmanın süratinin de artmasıyla, yeni koşullara evrilme elbette söz konusu olamamış. Bazı özelliklerimizin bu koşullarda evrilmesi de zaten mümkün değil. Özellikle son üç yüz yıldır değişim hızı çok artmış durumda. Ayrıca her adaptasyonu da olumlu olmak zorunda değil, bazı durumlarda geriye gidişler de söz konusu olabilir ki, bunların bir kısmını tercih etmeyebiliriz. Ama tabii durdurmamız da mümkün olmayabilir, eğer habitat daha olumlu bir versiyona dönüşmüyorsa.
Sonuç olarak bugün geldiğimiz nokta, bu yapay habitata uyum sağlayamadığımızı, bu yönde evrilemediğimizi, hatta muhtemelen evrilemeyeceğimizi ve bedenlerimizin sürekli ve değişen boyutlarda çeşitli streslere maruz kalacağını gösteriyor. Ama hiç bir tür böyle var olamayacağı için devreye teknoloji giriyor, özellikle de bugün ulaştığımız modern dünyada. Teknolojiyle bu stresin olumsuz etkilerini tamamen yok edemesek de sürekli başka kanallara kaydırarak bastırabiliyoruz.
Sonunda ortaya böyle son derece çarpık bir habitat ilişkisi çıkıyor. Hepimiz bu ilişkinin içine doğduğumuzdan bunu normal kabul ediyoruz. Ediyoruz da sürekli bir kaçma arzusuyla da kıvranıyoruz. Yapay habitatın bu halinin en ileri aşamada olduğu bugünün modern kapitalist toplumunda herkes emekliliğini bekliyor, herkes bu sayede ulaşacağı huzurun hayalini kuruyor. Bu garip bir durum. Demek ki bu habitatta mutlu değiliz. Mutlu olsak böyle bir arzumuz olmaz. Bu koşullar bize normal gelse, doğal olsalar, örneğin bu şekilde çalaşarak yaşayacak şekilde evrilmiş olsak çalışmanın olmayacağı bir yaşamı bu kadar büyük bir arzuyla beklemeyiz. Oysa pek de öyle değil, hep bir kaçma arzusu var. Neredeyse hepimizde. Çünkü bedenlerimiz bize sürekli bir şeylerin yanlış olduğunu hissettiriyor.
Toparlayacak olursak, büyük ekolojik ikilemimiz bu. Yerleşik yaşama geçtiğimizde haliyle yapay habitatlar kurduk. Bir kısmımız bunu daha doğal habitatlarda becerdi ya da doğal habitatlarla melezleşmiş yapay habitatlar oluşturdular. Bu her yerde olmadı ama olan yerlerde uzun süre sürdürdüler bunu, ta ki bir gün farklı bir yöne gitmiş yapay habitatçılar gelip onların varlığını sona erdirinceye kadar. Yerleşik yaşama geçiş eninde sonunda az veya tamamen yapaylaşma, yani yapay habitatlaşma gerektiriyor. Tamamen olursa ve bu sabit kalmayıp bir kanser hücresi gibi kontrolden çıkarsa o zaman sorun başlıyor ve bu ekolojik ikilem sürecin itici gücüne dönüşebiliyor. Bugün, yerküremizin en marjinal doğal habitatlarına çekilmiş gruplar dışında hepimiz tamamen yapay habitatlarda yaşıyoruz.
Bedenlerimiz ilk başta biraz uyum sağladılarsa da yapay habitatın yapaylaşmasının hızı giderek artınca iyi kötü ortaya çıkmış bu uyum ilişkisi tamamen dağıldı ve bedenlerimiz yapay habitatın bu ipten kopmuş değişim hızına hiçbir zaman ayak uyduramadı. Bunun en önemli sebebinin muazzam değişim hızı olduğu söylenebilir. Muhtemelen en az değişim hızı kadar önemli ikinci bir faktör de sürekli yeni teknolojilerin sağladığı geçici uyum ve rahatlamalardan evrimsel uyuma sıra gelmemesi. Eğer bedenin yüklenmesi gereken bir işlevi teknoloji yükleniyorsa o zaman böyle bir süreç elbette söz konusu olmaz. Çünkü söz konusu stres geçici olarak ortadan kalkmış oluyor ama temel stresler arasında yapay habitatın teknolojik çözümleri bile yetersiz kalıyor. Çünkü yapay habitat için ödenmesi gereken bir bedel var ve bu bedel yapay habitatın bugün ulaştığı koşullarda insandan ve doğal habitatlardan geliyor. İnsanın bu anlamda yaşadığı stresi hiçbir teknoloji ortadan kaldıramıyor. Çünkü koşulların sürmesi için gerekli zaman insanın çok daha farklı şekilde yaşayabileceği hayatından geliyor. Zaten kaçış arzusunun bu kadar güçlü olmasının sebebi de bu stresin yok edilememesi.
Bu ikilemi aşmanın bir yolu yok mu? Yukarıda belirttiğim gibi, bu ekolojik ikilemi yaşamayan yapay habitatlar var. Daha doğrusu var olmuşlar. Şimdi sayıları çok, çok az. Sık sık "kanser hücresi" metaforuna başvurmam da boşuna değil. Yapay habitat bozuluyor ve onunla birlikte onu ayakta tutan insanı da bozuluyor. Her yapay habitat bu bozulmayı yaşamak zorunda mı? Bozulmayanların çok uzun süre bozulmadan varlıklarını sürdürmüş olması, genelde modern çağa kadar, böyle bir zorunluluğun olmadığına işaret ediyor. Ama bu bozulmamış yapay habitatlar bizim modern toplumlarımızın standartlarına göre ilkel tanımlanacaktır. Sözcük elbette yanlış. Kim tam olarak ilkel oluyor burada? Yerküresel doğallığa uyum sağlamış olanlar mı, yoksa bu doğallıkla sürekli kavga halinde yaşayanlar mı? Düşünülmesi gereken bir soru ama burada asıl işaret etmek istediğim nokta, bu bozulmaya bir şeyin sebep olması.
Bazı yapay habitatlar çok farklı bir yola girip bugünün modern kapitalist kültürüne evriliyorlar. Sorumuzun yanıtı da burada, bu modern kapitalist yaşam tarzının belirmesinde. Yapay habitatın sebep olduğu ekolojik İkilemin aşılamamasının en büyük nedeni, bu habitatın bir kapitalist teknoloji ve tüketim kültürüne evrilmiş olması. Başka belirleyiciler de ekleyebiliriz. Örneğin, bireycilik gibi ama tüm bu diğerlerini ortaya çıkaran bu kültürel sistemin ana itici gücü teknoloji ve tüketim sözcükleriyle açıklanabiliyor. Çoğu kez sadece tüketim kullanılıyor ama bence bu büyük bir eksiklik. Teknoloji düşünüldüğü kadar masum bir faaliyet değil. Ama bu kısma geçmeden önce bir parça mutluluk dediğimiz olguyu irdelememiz gerekiyor.
Mutluluk – Doğal Uyaranlar
Mutluluk özünde bedensel bir süreç. Bir ucunda o sırada mutlu olmamızı sağlayan şey var. Bu bir nesne de olabilir, bir faaliyet de. Diğer ucundaysa harekete geçirdiği bedensel süreç var. Bu uyaran, eğer olumlu bir şeyse, bizde bir haz, bir keyif duygusu uyandırıyor. Olumsuzsa tam tersi oluyor. Olumluyu olumsuzdan bu şekilde ayırıyoruz. Tabii eğer olumluysa arkasından bir rahatlama da geliyor, kendimizi her şeyden önce güvende hissediyoruz, savunma durumuna geçmemize gerek olmadığını anlıyoruz. Ama eğer tersi söz konusuysa, o zaman beden alarma geçiyor ve o şeyi ya da o davranışı terk ediyor, hatta süratle oradan uzaklaşıyor.
Bedenin böyle basit bir işleyişe ihtiyacı var. Çünkü bir şekilde olumluyu olumsuzdan ayırması gerek. Yoksa ömrü çok kısa olur. Dışarıda karşılaşılan şeyin olumlu veya olumsuz olduğunun bilgisine süratle ulaşmalı. Örneğin, gözümüz bir şey gördü, bununla ilgili ne yapacağız? Örneğin, bir meyve? Daha önce bize keyif verdiğini biliyorsak, yani bizi mutlu ettiyse tekrar yiyeceğizdir bu meyveyi ama tersi olduysa uzak duracağız. Mutluluk sözcüğüyle tanımladığım bu süreç bize burada yardımcı oluyor. Bir şeyi görmek, kokusunu almak, sesini duymak vs yeterli değil. Bunlara değer biçmemiz gerek. Olumlu mu olumsuzlar mı? Bu da yine bazı bedensel süreçlerin harekete geçirilmesiyle olabilir ancak. Mutlu olup olmama işte bu süreç. Keyif veriyorsa olumu, strese sokuyorsa olumsuz.
Peki, beden nereden biliyor bir şeyin olumlu veya olumsuz olduğunu. Eğer bir şekilde bu sürecin yapayı tasarlayacaksak, her halde en kolay yöntem olumlulardan oluşan bir veri tabanı yaratmak ve bu veri tabanında olmayan her şeyi olumsuz ilan etmek olurdu. Beden de pek farklı davranmıyor. Örneğin, karanlıkta, kendi ortamımız dışında duyacağımız seslerin neredeyse hepsini olumsuz kabul eder ve biz bu yüzden yaprak hışırtısında bile panik olur, alarma geçeriz. O sesi defalarca duysak da ilk tepkimiz gardımızı almak olur. Çünkü şimdi olmasa da geçmişte bir hışırtının ardında rüzgar değil de gerçekten yırtıcı bir hayvanın olması o kişinin sonu anlamına geliyordu. Dolayısıyla her hışırtıyı ciddiye almak hayata kalmak için en etkili çözüm. Gündüz saatlerinde daha rahat olduğumuzdan, en azından görme duyumuzu kullanabilmekteyiz, durum biraz daha farklı haliyle.
Sesler üzerinden devam edeyim. Yırtıcı hayvan sesi bizi ürkütür, strese sokar, tedbir almamızı yol açar. Diğer yandan su sesi bizi mutlu eder, saatlerce dinleyebileceğimiz, bizi neredeyse büyüleyen bir sestir. Çünkü su hayatta kalmamız için şarttır. Artık kentlerde yaşıyoruz, suya kolaylıkla ulaşabiliyoruz ve ortalıkta vahşi hayvan tehlikesi de yok ama bu iki ses türü biz de hâlâ kayıtlıdır. Neden? Çünkü bu sesler evrimimiz sırasında parçamız olmuş, çok uzun süre içinde yaşadığımız doğal habitatlarda iç içe olduğumuz sesler. Sadece sesler de değil, şekiller, görüntüler, renkler vs. Örneğin bazı renkler diğerlerinden daha fazla mutlu eder bizi. Ya da üzerimizdeki etkisi çok daha güçlüdür diyeyim. Örneğin yeşil. O da yiyecek ve suyla ilgili bir renk bizim için.
Artık çok daha farklı uyaranlar arasında yaşıyoruz. Sesler, kokular, görüntüler hepsi çok farklı, neredeyse büyük kısmı evrimsel anlamda içselleştirmediğimiz sesler. Ama diğerlerine, yani doğal ortamlarda içinde evrildiğimiz uyaranlar hâlâ bizimle birlikte, hâlâ bedenlerimizin parçaları. Yapay habitatlarımız bedenlerimizin repertuarında olmayan uyaranlarla dolu ve bunların çoğuna tepkisel yaklaşıyoruz, bunların çoğu bizi sıkıyor, mutsuz ediyor. Kaynakları olumsuzluk içermese de rahatsız ediyorlar, çünkü bedenlerimize yabancılar, kayıtlı olumlu veya olumsuz karşılıkları yok ama her ikisi de yoksa o zaman ya bir şey ifade etmiyorlar bize ya da tepkiyle yaklaşıyoruz. Elbette hâlâ öğrenmemiz mümkün ve öğreniyoruz da ama bir de bedenlerimizde doğal habitatlardan miras uyaranlar ve bunların arasında bizi mutlu edenler var. Bugün bu mutlu edenlere karşılık nesne veya faaliyetler yoksa bile bunlarla bir şekilde karşılaştığımızda hâlâ mutlu oluyoruz.
Böyle bir miras taşıyoruz bedenlerimizde. Şimdi bu mirasın iki önemli sonucu olabilir. Bir sonucu bu mirasın dışında kalan uyaranların bize değişen derecelerde rahatsızlık vermesi olacaktır. Milyonlarca yıllık bir evrimin sonucunda şekillenmiş bedenlerimize tanıdık olmayan her şey belli bir rahatsızlık kaynağı olacaktır. Nitekim oluyor da. Ama bunun bir de ikinci bir sonucu var. Eğer bedenlerimizi nelerin mutlu ettiğini keşfedebilirseniz o zaman büyük bir kazanç kapısı da belirebilecektir. Çünkü bedenimizi mutlu eden uyaranlar üzerinden çok fazla şey yapılabilir. Bir insanı tamamen bu mutlu eden uyaranlara aykırı şekilde oluşturulmuş bir mekanda da çalıştırabilirsiniz ya da tam tersini yapabilirsiniz. İkincisinde çok daha uyumlu olacaktır ve performansı artacaktır ama daha da önemlisi bu taktik bir şeylerin satılmasında işe yarar ve böylece muazzam bir tüketimin ve bazıları için de muazzam bir zenginleşmenin kapıları açılır.
Sürekli Çalıştırılan Sömürgeleştirilmiş Bedenlerimiz
Tekrar hepimizin normalleştirdiği ama doğamıza aykırı çalışma faaliyetine dönüyorum. Aslında sadece bizim değil, büyük ölçüde tüm canlıların doğasına aykırı. Yalnız biraz ileriye sarıyorum, yapay habitatların ilk belirdiği dönemden ileriye, taa en sona, modern kapitalist evreye geliyorum.
Meşhur sekiz saat. Büyük kavgalarla edinilmiş sekiz saatlik günlük çalışma süresi. Ulaşım ve işe hazırlanmayı dahil edin, günde en az on saat ve bunu haftada beş, bazıları içinse altı günle çarpın. Haftalık çalışma süreniz. Yaşam boyu. Emekliliğe kadar. Ama emeklilik ne zaman? Yaşamımızın en önemli kısmı gençlik geçtikten sonra. Sabah yaşadığın binandan çık ve günün büyük kısmını geçireceğin başka bir binaya, oradaki odana veya masana geç, bütün gün bağlı kalacağın yerine. Dükkan da olabilir. Hatta kendi işletmen. Fark etmiyor. Bu rutine uymak zorundasın, bu yaşamsal rutine.
Eğer işin açık havada çalışmayı gerektirmiyorsa, genelde içerdesin. Çoğunluk çeşitli teknolojik nesnelerle iç içe, büyük ölçüde de onların parçası olarak. Sonuçta öyle veya böyle bütün gün temel işlevin bir sisteme hizmet etmek, işlevi yapay habitatı ayakta tutmak olan bir sisteme hizmet etmek. Akşamları işten sonra ve hafta sonları rahatlama, yani stres atma şansın var. Stres demiyorsun belki. Sosyalleşme ve eğlence zamanı daha uygun bir sözcük. Çoğunluk karanlık saatlerde bu faaliyetler, bir tek cumartesi ve pazar gündüz saatlerin var. Kendin için ve seçtiğin diğerleriyle birlikte kullanabileceğin bir süre.
Bu denkleme göre, çalışma hayatına başladıktan sonra haftada iki günün var kendin için, eğer cumartesileri çalışmıyorsan. Bir de çıkacağın tatiller. En tatilci ülkelerde bile en fazla otuz gün. Uygun şekilde yılın kalan haftalarına dağıtalım tatil günlerini, kabaca yarım gün daha geliyor ve kendimize ayırabileceğimiz gündüz saatleri haftada iki buçuk güne çıkıyor. Yaklaşık kırk küsur yıl boyunca, haftada iki buçuk gün ve buna kendi varlığınızı sürdürmek için zorunlu ihtiyaçlarınıza ayıracağınız süre de dahil. Yani o iki buçuk gün de tamamen kendimiz için değil.
Kalan kısma gelelim. Dört buçuk gün. Tamam burada uyku saatlerimiz de var ama diğerinde de var. Dört buçuk gündüz diyelim o zaman. Diğeri de iki buçuk gündüz olsun. Tabii birileri ama iş sonrası zaman diyecekler. O zaman genelde geceye denk geliyor ve çok kısa ama geceden kullanacaksanız o zaman da uykunuzdan gidiyor. Böyle bir performansı da ancak en genç dönemimizde yapabiliyoruz. Burada önemli olan, bu ikisi arasındaki oran. Kendinize ayırdığınız zamanın neredeyse iki katını başka bir şeye ayırmak zorundasınız. Ben burada Marksist yaklaşımın artı emek hesabında değilim. Yani emeğinizin kaçta kaçına başkası el koyuyor, size ne kalıyor? Marx bunu kapitalizm eleştirisinin merkezine yerleştirmişti ve uzun süre kapitalizmle ilgili en büyük sorunun bu olduğu kabul edildi. Oysa her ne kadar bu emeğe el koyma da son derece önemliyse de daha önemli bir el koyma daha var. Ücretten değil, yaşamınızdan giden. Buradaki kaba hesaba göre yaşamınızın yüzde 64'üne, yani neredeyse üçte ikisine el konuyor. Bu rakam bugün, son tüketim alışkanlıklarımızla, özellikle yanımızdan ayırmadığımız telefonlar yüzünden, çok daha yükselmiş durumda. Çünkü artık kendimize ait olan, olması gereken zamanda da çalıştırılıyoruz ama çoğu kez farkında değiliz. Dolayısıyla bu rakam üçte ikiyi epeyce aşıyor. Daha da kötüsü, hani çalışma çıkışı güya kendimize ayırdığımız
o zamanlarda da, buna hafta sonunu da dahil edebiliriz, hâlâ istediğimiz gibi değil de bize sunulan seçeneklerden seçerek yaşıyoruz bu kendimize ait yaşamı ve burada bile yapay habitatın tüketim sarmalına katkıda bulundurularak aslında çalıştırılıyoruz.
Modern Yaşam Bir Çalışma Kampı mı?
Tesadüfen mi bu durumdayız? Basit bir hata mı? Basit bir yoldan sapma mı? Bizim seçimimiz mi bu ya da dayatılmış mı bize? Bir dünya yaratmışız ve o dünya dönüp bizim efendimiz mi olmuş? Sanki tutsakları olmuşuz bu yarattığımız yapay dünyanın. Sanki çalışma kamplarında yaşıyoruz?
Kocaman bir çalışma kampı mı modern uygarlık? Çalışma üzerine kurulmuş bir yaşam. İtiraz gelebilir bu bakışıma. Ama çalışmayı erdem olarak gören çok az kişi dışında herkes özlemle bu çalışma hayatının sona ermesini beklemiyor mu? Daha önce değindiğim gibi, neden herkes emekliliğini bekliyor, neden herkes çok daha ilerlemiş yaşlarında, bedenleri iyice kullanılıp gençlik yılları geride kaldıktan sonra, kısacası yaşlandıklarında özgürleşmeyi veya hâlâ özgürleşmeyi bekliyor? Bu şekilde çalışmak doğruysa, neden herkes çalışmayacağı günlerin özlemiyle yaşıyor? Doğru olmayan bir şey var demek ki çalışma olayında. Biz pek bunu anlayamıyorsak da, algılayamıyorsak da bedenlerimiz farklı tepki gösteriyor, bu garip faaliyet doğal olmadığı için derinden derine itiraz ediyorlar. Zaten emekliliği de böyle satıyorlar aslında, tüm yaşamımızın karşılığı denebilecek bir sürenin karşılığı olarak çok düşük kabul edilecek maaşlara bizi böyle razı ediyorlar. Bir an önce özgürleşme arzumuzu kullanıyorlar.
Bir adım daha ileri gidip bedenlerimiz birer sömürge, modern yaşamın, bu uygarlığın sömürgeleri, diyeceğim. Tamamen bize ait değiller, her ne kadar çeşitli anlatılarla aksine ikna edilsek de. Sürekli kullanılıyorlar ve bu kullanılmanın karşılığı doğrudan bize gelmiyor. Elbette burada da modern uygarlığı gösterip işte karşılığı bu diyenler olacaktır ama orada da ciddi sorunlar var, modern uygarlık toplumsal, siyasal, kültürel ve ekolojik sorun ve krizleriyle o kadar da bir ödül gibi gözükmüyor. Kalem kağıdı ele alıp hesap yaparsak ayakta kalması için verdiğimiz ya da bizden alınan emeğin payımıza düşen karşılığı olarak o kadar yüksek bir değer de çıkmıyor aslında. Sürekli temel ihtiyaçlar üzerinden bir karşılık var, yaşam kalitesini arttırma yönünde pek bir şey yok. Bakın hastalıklara çare bulundu, bakın yiyeceğiniz veya içeceğinizi elde etmek şöyle kolaylaştı, bakın ulaşım ne kadar kolay ya da iletişim ama tüm bunlar, eğer derinlemesine düşünürsek, aslında ilk başta sistemi ayakta tutmak için gerekli düzenlemeler. Hele hastalıklar o tam bir kandırmaca, çünkü çoğu bu kadar kalabalık yaşamaktan kaynaklanıyor. Hele psikologlar ve yaşam koçlarının bu kadar süratli artmış olması doğrudan ciddi bir strese işaret etmiyor mu?
Sömürge kavramı bize modern Avrupa sömürgeciliğinden, Avrupalıların gidip başkalarının kaynaklarına kendi habitatlarını sürdürmek için zorla el koydukları dönemden miras. Kendimizi birer kaynak olarak görmediğimizden, bizim de tıpkı birçok hayvan türü gibi bu şekilde kullanılabileceğimizi algılayamadığımızdan ve sömürge deyince genelde toprak işgali aklımıza geldiğinden, pek göremiyoruz bizim bedenlerimizin de bu şekilde sömürgeleştirildiklerini. Meselenin toprak işgali değil, kaynak işgali olduğunu ve dolayısıyla bizim bedenlerimizin de birer kaynak olarak işgal edilebileceğini kavrayamıyoruz.
Peki, kim bunun sorumlusu, kim bedenlerimizi birer sömürgeye dönüştürüyor dediğimizde mesele biraz daha karışıyor. İlk tepkimiz elbette bu ilişkiden en çok yaralananları suçlamak. Bu kısmen doğru bir yaklaşım ama bedenlerimizin bu şekilde sömürgeleştirilmesinin uzun bir tarihi olduğunu kavradığımızda bu öznenin, bu kim'in dönem dönem değiştiğini görüyoruz. Elbette bir kim var her dönem ama biraz daha derine baktığımızda aslında bu kim'leri yaratan bir süreç olduğunu, bambaşka bir oluşum olduğunu görüyoruz. İşte bu yapay habitatın kendisi. Yapay habitat doğası gereği tıpkı yıllardır bilim kurgu filmlerinde kullanılan kontrolden çıkan yapay zeka teması gibi kendi kontrolünü oluşturmaya eğilimli bir habitat türü. Bir tür teknoloji olarak böyle bir kapasitesi var. Her yapay habitat buraya gitmek zorunda değilse de hepsinin böyle bir kapasitesi var ve biz bugün bu yönde son derece saldırgan ve yaşamın he alanını ele geçirmeci bir habitat evresindeyiz. Modern uygarlık bu seviyeye ulaşmış sömürgeci bir habitat.
Bu yarattığımız ama sonunda bizi ele geçirmiş yapay dünya tarafından ya çalıştırılıyoruz ya da ürettiğimiz ürünleri çeşitli şekillerde ama bizim seçmediğimiz, bize dayatılan şekillerde tüketmeye zorlanıyoruz. Hem çalıştırıp ürettiren hem de yaşamlarımızı feda ettirerek bize ürettirdiğini yine bize tükettiren bir düzen. Çok akıllıca, çok sinsice çalışan bir habitat bu.
Daha ufacıkken başlıyor eğitimimiz. İlk önce okullarda bir sürü zihniyetiyle yaşamaya ve çalışmaya alıştırılıyoruz. O yaban ruhumuz, doğallığımız terbiye ediliyor, işe yarayacak hale getiriliyor. Ardından da bildiğimiz çalışma yaşamı ama kendimizi çok da kötü hissetmememiz için çeşitli tatmin araç ve etkinlikleriyle donatılmış bir yaşam. Hissetmeyelim ki düzen kendiliğinden yürüsün. Varlıklı veya yoksul olmak da fark etmiyor. Herkes aynı yaşamın, aynı yapay dünyanın içinde. Artık yapay habitatın bu son evresinde herkes tüketici, herkes sistem için var. Birileri tepede diğerleri aşağıda gözükse de aslında herkes bir şekilde sistemin kontrolünde, sisteme, yapay habitattın evrildiği sisteme hizmet ediyor.
Sorun bir sistem, bir düzen olması değil, bu sistemin özgün doğası, sömürgeleştirici doğası. Daha farklı olabilirdi, daha olumlu, içinde evrildiğimiz doğallıkla kaynaşan ve işleyen. Ama olmamış, öyle evrilmemiş ve sorun da bu. İnsanların bir kısmı, bundan aşağı yukarı on bin yıl önce, hatta biraz daha önce, yerleşik yaşamla tanışıyorlar. Uzun bir tanışma dönemi, ilk denemeler, ilk basit yerleşimler. Çeşitli yollar, çeşitli girişimler. Bir yandan kendiliğinden işleyişler, diğer yandan bunların arasından yeşeren ilk tasarımlar, ilkelce, el yordamıyla ama sonuçta kendiliğinden gelişmeyle bilinçli seçimlerin kaynaştığı bir dünya ve zamanla o yerleşik yaşamla ilk tanışanların arasında beliren yol ayrımları.
Bunların arasında bir yol ayrımı var ki, o diğerleri gibi belli bir noktada, belli bir aşamada durmuyor, büyüyor, büyüyor ve sonunda sanki bir tür büyüme hastalığına yakalanıyor. Büyüme kendi dinamiğini yaratıyor, bu yapay habitatın dili oluyor, farklı bir dil, farklı bir işleyiş, yavaş yavaş her şeyi bu büyümeye hizmet edecek şekilde sömürgeleştiriyor, çevreyi, doğayı, yerin üstünü, yerin altını ve en önemlisi de insanları, her şeyi büyümenin kölesi yapıyor. Artık her şey büyüme için çalışmaya, büyüme için var olmaya başlıyor. Parça parça ele geçiriyor insanı, parça parça sömürgeleştiriyor. İlk önce bedeni ama ayrıcalıklı bir şekilde, kadını erkekten ayırarak, ilk önce kadının bedeninden başlayarak ve tabii cinselliğe ket vurarak, cinselliği doğal işleyişinden, doğal dilinden kopartarak, başka bir şeye dönüştürerek, üretimin aracı ve dili yaparak. Cinselliğin sömürgeleştirilmesi, en önemli insani enerji kaynaklarından birinin büyümeye koşulması. İki önemli kaynağımız var: Bedensel fizikselliğimiz, çalışma gücümüz ve diğeri de yine bedensel cinselliğimiz, çoğalma gücümüz, bedensel fizikselliğimizi arttırabilme gücümüz. İkisi de yok aslında bu yerleşikliğe dönüşümden önce, çok farklı bir işleyişin parçasılar, büyümenin dönüştüreceğiyle ilgisi olmayan. Büyüme hastalığı her ikisini de kendisine enerji kaynaklarına dönüştürüyor.
Ve bu şekilde dönüştürülmüş insan bedeni işe koşuluyor. Büyüme hastalığına yakalanmış habitata kaynak lazım, enerji lazım, sürekli büyüyebilmesi için. Nereden? Tabii ki doğadan, çevreden gelecek. Habitatın yaşayanlarına yaşam sunması yeterli değil. Habitat, bu hasta habitat daha fazlasını istiyor. Diğerleri gibi belli bir yerde durmak istemiyor, sürekli büyümek istiyor. İlk önce küçük küçük denemeler. Birkaç bin yıl boyunca. Bir kısmı muhtemelen yok oluyor bu denemelerin, artlarında bom, iliğine kadar sömürülmüş yerler bırakarak. Uzun bir süre muhtemelen göçebe yerleşiklik, sömürdüğü çevre kuruyunca, artık vermez hale gelince yer değiştiren yerleşiklik var. Ama sonunda kök salıyor bu büyümeci yerleşiklik, bu hasta yerleşiklik, ilk kentler beliriyor, artık sık sık yer değiştirmesi gerekmiyor ve böylece başlıyor çılgın büyümenin öyküsü, büyüme, sonunda, konağı yok etmeden sömürebildiği kadar sömürebileceği şekle evriliyor.
Bugün modern kapitalist yaşama evrilmiş uygarlık yerleşik yaşama geçişin sadece belli bir versiyonu. Yerleşiklik kötü olmak zorunda değil. Sorun yerleşiklik değil, yerleşikliğin belli bir versiyonu, büyüme hastalığına yakalanmış versiyonu, ilk yapay habitatlardan bir kısmında gelişmiş bir hastalık, bir tür kanser, habitat kanseri. Zamanla tüm yerküreye yayılmış, tüm dünyayı kapsamış bir kanser, kendini bir yaşam tarzı olarak sunan bir kanser. İnsanın sömürgeleştirilmesine dayanan bir habitat kanseri. Tıpkı bir virüs gibi, tüm habitatı sadece kendi çoğalmasına, kendi büyümesine hizmet eden kocaman bir hücreye dönüştürüyor. Her zaman yeni yollar, yeni yöntemler bularak, daha gelişmiş, daha karmaşık hastalıklı habitatlara dönüşerek, sonunda muazzam bir tüketim toplumu yaratarak.
Modern Yaşamın Huzursuzluğu
Ve stres. Başta belirttiğim gibi, bu tür habitat daimî stresle, yani huzursuzlukla geliyor. Sömürgeleştirme hiçbir zaman mükemmel olamamış. En azından çağımıza kadar. Belki bundan sonra o düzeye ulaşacak ama bugüne kadar bedenlerimiz, doğallıklarından ne kadar uzaklaştırılırlarsa uzaklaştırılsınlar, her zaman bu stresi yansıtmışlar. Anlatılarımız, büyük anlatılarımız, dinler olsun, mitolojiler olsun veya seküler ve yarı-bilimsel öyküler şeklinde gelsinler, bizi kandırmayı başarmışlarsa da bedenlerimizde aynı başarıyı yakalayamamışlar bu güne kadar, bir türlü o daimi bedensel stresin kökünü kazıyamamışlar, bu hastalıklı habitattan kaçış arzusu, bilinçsizce de olsa, hatta çarpık ideolojiler şeklinde de olsa, hep var olmuş bu güne kadar. Neredeyse her cümlemin sonuna "bugüne kadar" ifadesini ekliyorum. Çünkü yeni teknolojiler yüzünden bugün son derece kritik bir noktadayız. Çünkü bir süredir modern yapay habitatın tüm enerjisi bedenin bu özelliğini yok etmeye yönelmiş durumda. Bilinçli bir tercihten, düşünen bir habitattan bahsetmiyorum. Yapay habitat bu stresten kendi büyümesini daha da kalıcı kılacak ve üst seviyelere taşıyacak bir şekle evrilmeye başladığını söylüyorum, tıpkı bir nehrin kendisine akacağı yeni bir yatak açması gibi.
Doğal uyaranların kazanca ...
Bu genel arzumuz o kadar bariz ki, sonunda ticareti de belirmiş. Hem bu genel stresi azaltan hem de stresi bile paraya çeviren çeşitli faaliyetler ve araçlar. Tıpkı yarasını tedavi eden beden gibi, sistem de bu sorunu tedavi etmeye çalışmış. Hâlâ çalışıyor da. Restoranlar, parklar, gece hayatı, tamamen bireyselleştirilmiş ve kısmen anlamsızlaştırılmış cinsellik, psikologlar, yaşam koçları, seyahatler, turizm, tatil siteleri, devremülkler, emeklilik yaşam alanı seçenekleri, rahatlatıcı ve bir kısmı marjinallik görünümüyle gelen yaşam tarzları, spiritüel akımlar, yeni modern dinler. Listeyi büyütmek mümkün. Doğru veya yanlış bulmuyorum bunları ama hepsinin ortak özelliği sadece semptomlara yoğunlaşıyor, asıl soruna inmiyor, kalıcı bir çözüm getirmeye çalışmıyor olmaları.
İki kategoride geliyorlar. Çalışma dönemi boyunca sunulan günlük ve haftalık kısa süreli huzur etkinlikleri ve emeklilikle gelen çok daha uzun süreli huzura kaçışlar. Hatta daha da ileri gidip bedenlerimizin mutlulukla ilgili çeşitli hormonlarının etkilerini nasıl arttırabileceğimiz üzerine eğitimler ve internet paylaşımları bile belirdi artık. Normalde böyle bir şeye kafa yormamamız gerekiyor ama hayır onları da biz ayarlayalım. Gerçi belki de öyle olmak zorunda, çünkü hormonlarımız artık doğal evrildikleri ortamda değiller. Bu arada huzursuzluğun, yani modern stresin boyutları ne kadar ciddi ki insanlara hormonlarının etkileri nasıl ayarlanabilir konusuna da el atmışlar.
Modern Yaşamın Aşırı ve Sorumsuz Tüketiciliği
Tüm bunlar bir yana, huzursuzluğun ürettiği bir araç var ki, modern toplumun doğalı, işte asıl sorun orada. Tüketim. Bedenleri sömürgeleştirilmiş bireylerin çektiği eziyetin, daimî stresin, paraya, sistemi kendiliğinden yürüten bir güce dönüşmesi. Yıllarca bu stres çekilmez, bir şeyler yapılması gerekiyor. Yaşamaya benzer bir şeyler. Böyle çalışmanın karşılığı olması gerekiyor ama zaman yetersiz. Bazı şanslı bireyler dışında çoğumuzun yeterli boş zamanı yok. Hafta sonları ve kısa tatiller, o kadar. Yaşadığını hissetmek için ne yapabilirsin bu koşullarda? İşte modern yaşamın tüketimi burada devreye giriyor. Satın al, harca ve tüket. Bütün enerjini nesnelere ver, nesneler üzerinden tatmin olmaya çalış. Kıyafetler, yemekler, telefonlar, arabalar, evler, yelkenliler, yatlar vs. Örnekler çoğaltılabilir.
Hem bu yaşam tarzı hem de onunla gelen tüketim, ama kontrolsüz, geçici boşluk doldurucu tüketim, belli sınırlar içinde kalabilse, kalabilseydi, çok da sorun olmayabilirdi. Bunu tercih edenler de var. Olabilir. O da bir yaşam biçimi. Hatta tercih edenler veya ettirilenler çoğunlukta. Ama işte böyle kalmadı modern yaşamın tüketimi, küreselleşti ve sonunda sebep olduğu ekolojik zarar da yereli aşıp gezegensel boyuta ulaştı. Böyle yaşayan da yaşamak istemeyen de eş derecede etkileniyor bu küresel ekolojik sorunlardan.
Sorunu yaşam tarzında görebiliriz. Aşırıya kaçmayalım, sürdürülebilir boyutta tutalım diyebiliriz. Evet, ilk anda yaşam tarzı sorunu gibi gözüküyor, bir bakıma da öyle. İklim krizimizi veya diğer ekolojik sorunlarımızı yaratan bu kontrolsüz ve sorumsuz tüketimin özünü oluşturduğu yaşam tarzı. Ama bir dakika! Yaşam tarzı sonuç, sebep değil. Bedenlerimizin sömürgeleştirilmesi bu düzeye varmasaydı, bedenlerimiz doğal ortamlarından bu kadar uzaklaştırılmasaydılar, yani doğal mutluluğu yakalayabilseydik, tüketim çılgınlığı da bu derece kontrolsüz, bu derece vahşi boyutlara ulaşmayabilirdi. Modern yaşamın getirdiği mutsuzluk daha fazla tüketime yol açıyor, daha fazla tüketim de yerküremizin bizim alışkın olduğumuz işleyişini, yaşadığımız habitatı bozuyor, sekteye uğratıyor. Bu zinciri kırabilir miyiz?
Modern Yaşamla Stockholm Sendromu İlişkimiz
Bu sömürgeleştirmenin, insanların yaşadığı daha önceki sömürgeleştirilmelere göre şöyle bir farkı var. Aslında görece özgürüz. Köle değiliz, feodal beye veya ağaya çalışan serf de değiliz. Sadece manipüle edilen ama yine de görece özgür bireyleriz. Evet, teşvikler ve özendirmeler güçlü. Konforlu yaşam, görece emniyetli koşullar ve rutinlerden oluşan bir yaşam. Vazgeçmek istemiyoruz bu görece rahatlıktan. Bir yandan da çok rahatsızız, kaçmak istiyoruz bu yaşam biçiminden. Yine de sistem dediğimiz ve bizim yarattığımız soyut gücü suçlayamıyoruz, görece özgürlüğümüzü bu sorunu çözecek tercihlerde bulunmak için kullanamıyoruz. Çünkü hem bu sistemin yaratıcıları ve sessiz destekçileri, hem de tutsakları ve kurbanlarıyız. Bir tür Stockholm sendromu içindeyiz yarattığımız dünyayla; bizi tutsak eden, bizi rehin alan bu düzene sempatiyle, bir tür sevgiyle yaklaşıyoruz. Ya da daha kötüsü, farkındayız suç ortaklığımızı ve görmek istemiyoruz ne felaketler getirebileceğini, bize ve diğerlerine. Çok azımız itiraz edebiliyor bu yaşam tarzının talep ettiği bedele.
Doğallığa Dönüş – Ekolojik Yaşam
Yazım aşamasında